Kiminin parası kiminin DNA’sı ya da Hollanda Geert Wilders’i neden seçti?
Hollanda’da İslam, göçmen ve AB karşıtı, aşırı sağcı Geert Wilders’ın seçilmesi tek başına bir hikâye değil. Büyük bir hikâyenin parçası. Başlıktaki sorunun Türkiye’ye kadar uzanan bir cevabı var.
1.
Bugün Hollanda’da birçok evde, ofiste, insanların toplandığı hemen her yerde ya derin bir üzüntü ya da kabına sığmayan bir sevinç var. Sebebi İslam ve göçmen karşıtı görüşleriyle bilinen siyasetçi Geert Wilders’in partisinin (PVV), ülkedeki erken seçimleri ezici bir farkla kazanması…
Önce kazananlar… PVV seçmenleri, özellikle de eskiden beri bu partiye gönül verenler seviniyor; çünkü bugünü liderleri Wilders ile beraber çok beklemişlerdi. Özellikle göçmenlerden, Hollanda’nın özüne aykırı buldukları İslam’dan ve hatta Avrupa’nın kalanından pek hazzetmeyen seçmenler bunlar. Şimdi onlara bir de ekonomik hal ve gidişten rahatsız olanlar katıldı ve her dört Hollandalı’dan birinin oyunu alan Wilders, 150 sandalyelik parlamentonun 37 sandalyesini kazandı. Bu muazzam bir oran. Hollanda sisteminde bu sonuç onu otomatikman başbakan yapmıyor ama şu an koalisyon kurarak ülkeyi yönetmeye en yakın aday o.
Wilders, Türkiye’de epey tanınır ama yine de bir iki bilgi vermek isterim. Batı dünyasını bugünlerde kasıp kavuran aşırı sağcı siyasetçilerin çoğunun aksine, dün zuhur etmiş biri değil Wilders. 1998’den beri parlamentoda aralıksız yer alıyor. Siyasi kariyerinin ilk yıllarında bugün olduğu denli radikal sayılmazdı. Öyle ki parlamentoya (Tweede Kamer) ilk defa, Hollanda’yı son 13 yıldır yöneten liberal sağ parti VVD’den girdi; sonradan kademe kademe marjinalleşti. Seçim zaferine giden son adımlarda da marjinalliğini, en azından söylemde, bir iki ton yumuşattı. Uzun bir süreç. Bu zafer üzerine düşünürken, onun çok yeni bir figür olmadığını, hatta bir noktada sistemik bir figür olarak değerlendirilebileceğini dahi hesaba katmak gerekir.
Kaybedenlere gelirsek… Bunlar özellikle Amsterdam ve Rotterdam gibi dünyaya mal olmuş büyük şehirlerde yaşayanlar, liberaller, solcular, kendisi de onun kısmen bir parçası olsa da Wilders ve benzerlerinin nefret ettiği “establishment (kurulu düzen)” mensupları… Bunlar ve daha nicesi, özellikle de Hollanda’nın aydınlanmacı, özgürlükçü, hoşgörülü ve kozmopolitan mirasını devraldığını, bu mirası temsil ettiklerini, takip ettiklerini düşünenler, bugün üzülüyor.
Üzülme sözcüğü kâfi değil. Bir tür travma hali bu. Bir süredir Hollanda’da yaşadığımdan bu travmanın insanların haline tavrına, seslerine, davranışlarına nasıl sindiğini fark edebiliyorum. Rahatlıkla görünen başka işaretler de var. Örneğin ülkenin en önemli gazetesi olan liberal Volkskrant’ın seçimin ertesi günü manşetinde kullandığı fotoğraf her şeyi yeterince açıklıyor… Seçim sonuçlarını öğrenince küçük dillerini yutmuşçasına ne yapacağını şaşırmış, ağlamaklı insanlar… Gazete, seçim sonucunu duyururken işte bu insanların ve bu duygunun fotoğrafını kullandı. Şaşkınlığın fotoğrafı. Şokun… Bundan sonra neler geleceğini bilememenin fotoğrafı…
Bu büyük bir sürpriz. Kendi arkadaş ortamımda konuştuğum birçok gazeteci ve akademisyen, bu sonucu beklemediklerini söylüyor. Evet, Wilders son anketlerde birinci çıkıyordu ama büyük boy partilerin birbirine yakın olduğu Hollanda sisteminde bunca ezici bir üstünlük kurması toplumda da, işi toplumun nabzını tutmak olan profesyonellerde de şok dalgası yarattı. Şimdi herkes kafasını kaşıyor. Düşünüyor. Soruyor. Bundan sonra ne olacak?
Tabii tek soru bu değil… Çünkü Wilders gibi aşırı sağcı bir siyasetçinin Hollanda’da kazanması, bir yandan daha büyük bir hikâyenin de parçası. Bir süredir, sağ siyasetçiler karşısında (İspanya hariç) domino taşları gibi devrilen ve sistemi aşırılara teslim eden Avrupa ülkelerinin hikâyesini okuyoruz. İsveç, Finlandiya, İtalya neredeyse Fransa ve artık Hollanda. Bu son üçü, Avrupa’nın majör ülkeleri olduklarından, pozisyonları daha da önemli. Ara seçimlerde ülkedeki aşırı sağcıların müthiş güç kazandığı gözlenen Almanya da aynı teste girecek ve belki bu hikâyenin ana parçası olacak.
Ama biz şimdilik oralara kadar gitmeden bugünü konuşalım. Hollanda’da kaybedenlerin sorduğu “bu nasıl oldu” sorusuna cevap arayalım. Üstelik işi orada bırakmadan, kendi memleketimize de bağlayalım.
Sahiden bu nasıl oldu?
2.
Bence bunun iki cevabı var. Birincisini anlatmak biraz daha uzun; ikincisi kısa. İlkinden başlayalım.
Durum şu: Özellikle de ekonominin daraldığı günlerde, “makul” olduğu varsayılan insanların siyaset üretememelerinin, sürekli hayalkırıklığına yol açmalarının, yolsuzluklara bulaşmalarının ve neticede seçmenlerini yarı yolda bırakmalarının, eninde sonunda sıradışı siyasetçilere fırsat tanımasından bahsedebiliriz. Bunu gözlemek zor değil. Sözgelimi, genelde merkezde yer alan iktidarlar ne işçinin ne köylünün ne öğrencinin derdine derman olabiliyorsa, bir süre sonra, seçimlerin ve demokrasinin sağlıkla işlediği ülkelerde tasfiye oluyorlar. İlginçtir seçmen bazen iktidarla muhalefeti beraber tasfiye ediyor. Muhalefetin ne suçu var diyeceksiniz? Halkın muhalefetten iktidarı bir şekilde yola getirmesini beklediğini aklınızda tuttuğunuzda, çok da mantıksız bir süreç değil. Hele o muhalefet, iktidarda daha önce denendiyse… (Bizdeki süreçler biraz farklı ama örneğin başta Erdoğan tüm AKP’lilerin, söylemlerinde "CHP’nin iktidarda daha önce denendiğini” hiç durmadan işlediğini de düşünün; CHP’nin ne zaman iktidarda olduğunu çok az kişinin gerçekten hatırlamasına rağmen, bu kartı hep başarıyla oynuyor AKP; bu sayede yeni yüzler bir yana, en azından eski yüzlerin toplumda bir seçenek olmasını engelliyorlar.)
Bu bahiste akılda tutmak gereken bir şey daha var: Mesele sadece kötü yönetimden ibaret değil. Hem Avrupa’da hem Türkiye’de büyük bir temsiliyet krizi yaşanıyor. Hemen herkes kendini merkeze oturtmaya ve bu sayede pastadan en büyük dilimi kapmaya çalıştığından, geriye kalanlar da büyük oranda sadece kimlik siyaseti yaptığından, kitlelerin ekonomik çıkarları temsil edilmiyor. Avrupa’da da işlerin farklı olmadığını söylüyorum ama örneği hepimizin bildiği Türkiye’den vereyim. Şu soruları sorabiliriz: Türkiye’de “işçiyi” hangi parti temsil ediyor? Köylüyü? Orta sınıfı? İşçiden ayırmaya gerek yok ama yine de soralım; beyaz yakalıyı kim temsil ediyor? Ya üniversite öğrencisini? Esnafı kim temsil ediyor? Bu sonuncusunun bir ölçüde ve coğrafi önceliklerle AKP’de karşılığını bulduğunu söylemeliyim ama diğerleri için göğsünü gere gere “ben onları temsil ediyorum” diyebilecek bir sistem partisi var mıdır? Elbette hepsi “ben herkesi temsil ediyorum” diyecektir ama siz de biliyorsunuz, böyle bir temsiliyet yok.
İktidar olan ve iktidara oynayan büyük partilerden bahsettiğimin altını çizerek söyleyeyim: Siyasi partiler bugün ciddi bir temsiliyet krizi yaşıyor ve yaşatıyorlar. Sözgelimi bu ülkede madencinin derdini dinleyen milletvekili var ama parti yok; eğer olsaydı “madenci” milletvekilimiz de olurdu. Piyasacı iktidarımız, hadi zaten müteahhitin fabrikatörün sermayedarın yanında, peki birçok greve, protestoya ya da direnişe lütfen gelen muhalefet kimin yanında? Neredeler? Rapor yazmaktan başka ne yapıyorlar?
Bu bir temsiliyet krizidir. Avrupa’da bu sorular gerçek manada sorulduğu zaman, yani vatandaşın ta burasına geldiği zaman, onlar iktidarıyla muhalefetiyle sistemi tasfiye edebiliyor; bizde edemiyor, mesele bu. Bizde sistem buna elvermiyor. İlginç bir şekilde, Fransa’da da başka türlü elvermiyor, yoksa tahmin edersiniz ki, seçmen tabanını gün gün büyüten ve bu seneki seçimin ikinci turunda yüzde 41 alan aşırı sağcı Marine Le Pen, ülkesinde çoktan iktidara gelirdi. Çünkü Fransa’da masasındaki ekmek her gün dilim dilim eksilen işçi veya topraklarını büyük şirketlere kaptıran köylü kafasını kime çevirse, derdine derman bulabileceğini bilemiyor. Çünkü artık gereğince temsil edilmiyorlar. Hem de defalarca iktidar olmuş Sosyalist Parti geleneğine rağmen.
Bize dönelim. AKP sürekli CHP’nin iktidarda denendiğinden bahsediyor demiştim. Halbuki CHP’nin, AKP’nin son 21 senede yaşadığı gibi tek başına iktidar olduğu son dönem, 1946 genel seçimleriydi. Ondan sonra hiçbir defa tek başına iktidar olmadı. Ama Ecevit, 1977’de yüzde 42’lik oy oranına ulaştığında, “Halkçı Ecevit” olarak biliniyordu. Evet, rakipleri gibi o da popülist politikalar güdüyordu ama çok söylendiği üzere dağa taşa “Karaoğlan” yazılmasının bir sebebi vardı; Ecevit, temsiliyet meselesini büyük ölçüde çözmüştü.
Türkiye’de siyaset yıllardır kimlik meselelerine sıkışmış durumda. Partiler aslında kimseyi gerçek anlamda temsil etmiyor. AKP’yi düşünün; evet, başörtüsü meselesinde gidecek bir yer buldu insanlar ama başörtülü bir işçinin, dindar bir madencinin hak meselesinde gidecek bir partisi var mı?
Zor bir coğrafyada yaşıyoruz ama kendi işimizi de zorlaştırıyoruz. Yıllardır din, etnik köken, şimdi de göç konuşuyoruz. Muhakkak konuşmalıyız da… Çünkü bu meseleleri de çözümlemeli ve yolumuza devam etmeliyiz ama hayatın içindeki bir insanı sadece kimlikler belirlemez. Hatta öncelikle kimlikler belirlemez. Toplum içindeki insanı ve tabii toplumun kendisini öncelikle ekonomi belirler. Marx’ın çoktan dediği gibi “altyapı, üstyapıyı belirler.” İlginç olan, siyasi partilerin buna kulak asmaması. Neden?
Sizce neden?
Benim cevabım şu: Çünkü kolay olan budur. Çünkü “duygu” üretmek gerçek hadiselere çözüm üretmekten çok daha kolay. Son derece teknik bir mesele. Hayatın her alanında böyle. Şu yazıda bile… Daha fazla duygu üretecek cümleler kullansam daha çok alıcısı olur. Daha nitelikli olur mu? Muhtemelen olmaz. Ama demokrasi her zaman bir nitelik meselesi değildir. Hele seçimler, temelde bir “nicelik” meselesidir.
Bu nicelik meselesini duygu üretimiyle çözebilen popülistler iktidara hızlı yürüyor. Orada ne kadar kalabilecekleri ise kendilerinin duygu üretiminden başka bir beceri gösterip gösteremediklerine bağlı. Gösteremiyorlarsa, biraz da muhalefetin becerisine bağlı. İkisi de beceri göstermiyorsa, beraberce tasfiye edilebiliyorlar. En azından bazı ülkelerde.
Bu işin en son Hollanda’da yaşanmasının önemi, Hollanda seçmenin, diğer birçok ülkeye nazaran “akıllarıyla” fazla hareket eden, fazla hesap yapan, kısacası ulusal karakterini sandığa hakkıyla yansıtan bir seçmen olması. Ya da olmasıydı. Onlar da duyguya yenildiler ve Avrupa’da uzayıp giden kervana katıldılar.
3.
Yukarıda uzun uzun anlatmaya çalıştıklarım, yani ciddi bir temsiliyet krizi yaşanması ve alt-orta kesimlerinin feryadına gerçekten kulak verilmemesi, Wilders ve benzerlerinin kazanmasının ardındaki birinci sebepti.
“Bir sebep daha var ve onu anlatması daha kısa” demiştim, hatırlarsanız. Kısa sahiden. O da şu: Wilders kazandı; çünkü toplumda hatırı sayılır sayıda ırkçı, ayrımcı, bağnaz veya öyle görünmese de bu duyguları içten içe yaşayan veya öyle olduğunu bilmese dahi öyle olan insan var. Bunlar en ufak olumsuzlukta, sebebi sisteme atıp, “öteki”ni ezmek için bastıran ve bastıracak insanlar. Irkçılıklarını “ama ekonomi”, “ama tarih” diyerek gizlemek isteyen, bazen gizlemek bile istemeyen insanlar. Hollanda’nın orta, orta-üst gruplarından da epey yeni seçmeni var Wilders’ın; bu da hesaba katılmalı. Wilders, seçim kampanyası sırasında İslam karşıtlığından, “partimizin DNA’sı” diyerek söz etmişti; bu da unutulmamalı. DNA çok güçlü bir sözcük. Kiminin parası yani parasal kaygısı kiminin de DNA’sı; bunlar bu seçimde etkili oldu.
Ama Hollanda’nın seçimi tek başına bir seçim değil. Büyük bir hikâyenin parçası. Yürüyeceğimiz yolun bir durağı. İleriki durakların da bir fragmanı… Umalım ki bu duraklarda daha sevilesi karakterler de belirsin.