Siirt merkeze bağlı Aktaş köyünde varilden sızan gazdan yüze yakın insanın zehirlendiğini duyunca yeni yöntem geliştirildi sandım. Kendime sordum: Acaba bundan böyle kimyasallar varillere konup boş araziye mi bırakılacaktı, çocuklar kapağını açsın da köylüler beşer onar zehirli gazı solusun, böylece tenkil-imha harekâtları benzin ve mermi masrafına girilmeden yapılabilsin diye. Değilmiş.
Boş arazi, gören gözler, bilen zihinler için hiçbir zaman tam anlamıyla boş değildi. Vazifeli mi firarî mi belirsiz bir top mermisi, bize koca bir boşluk gibi görünen geniş alanda ufacık çocuk bedenini bulup parçalayabiliyordu. Lâkin uygulama masraflı ve dolambaçlıydı; kısa süre denenmiş, uzun zaman önce terk edilmişti.
Öte yandan, çadıra toplayıp tarama yoluyla imha teknolojisiyle karşılaşalı da henüz bir-iki gün olmuştu. Yoksul bırakma, mevsimlik işçiliğe zorlama, gidecekleri yerde sıcak-soğuk, rüzgâr, yağmur dışında kurşun da geçirebilen çadırlarda kalmaları, uzaktan nâra atarak rahatsız, taş-sopa vs. fırlatarak tedirgin etme, bilahare çadırları tarayarak, kadın, çocuk, kim denk gelirse vurma, hiç de yabana atılır yöntem sayılmazdı. Resmî karar, sorumluluk vs. gerekmez, civardan bulunacak gönüllü katillerle bu iş yürütülebilirdi. Bunların bazılarının içeri atılıp mâkûl müddet sonra kahraman tayin edilmesi de ilave getiri olarak kazanç hanesine yazılabilirdi. Mevsimlik Kürt işçi çadırı taramak, ne de olsa, vatan sevgisinin ağızdan burundan taşmasının neticesiydi.
Yöntemlerden hangisinin günün ihtiyaçlarına daha uygun ve yönetimin üst katlarında daha çok rağbet görür olduğu üzerine düşünürken, yanlış yerlerde dolaştığımı fark ettim. Çünkü Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA) diye bir karakter oyuna katılmıştı ve görünüşe bakılırsa, bir çırpıda bütün rakiplerini aşağıda minicik noktalara dönüşmüş ve hüsrana uğramış halde bırakarak katil rolünü kapıverecekti. Eğitiyordun elemanı, oturtuyordun bilgisayar monitörünü aratmayan ekranın önüne, elinde joystick’le, artık, hangi karaltıyı vurmasını emredersen vuruyordu.
Üstelik 2011 Aralık’ında Roboski’de 34 kişiyi bombalarla paramparça eden koskoca “F-16 Savaşan Şahin”lerin bile yapamadığını oyun çubukçuğuyla yönetilebilen bu minicik SİHA’lardan beklemek abesti: karaltı şüpheliyse vurabilirdin. Ne demişti Tayyip Erdoğan -mealen- Roboski’den hemen sonra: “Kılık kıyafet de aynı; Ahmet mi, Mehmet mi, Silahlı Kuvvetler nasıl ayırt etsin o yükseklikten?” Şimdi de yönetici makam işgal eden çapsız aklıevvellerden biri, “kimlik mi soracağız?” diyor. İşte, karaltı şüpheliyse vuruyorsun. SİHA’nın en büyük avantajı! Masa başındasın, yanında kahven, emir geliyor, bir düğmeye basıyorsun. Karaltı şüpheliyse vuruyorsun. O kadar kolay.
Ha bir de, karaltı Kürt’se vurabiliyorsun. Esas o zaman kolay. “Yanlış adamı vurdun!” diyene küfür kıyamet girişiyorsun, onu tehdit ediyorsun, çakalların önüne atıyorsun.
“Devletsen yanlış insanı vuramazsın” diye bir mevzumuz yok, Allah’a şükür. Çünkü tartışma zamanı niyeyse bir türlü gelmiyor ama çoktan geçmiş muamelesi görüyor: nelere sahip olmayan organizmaya devlet denmez? Cezasızlık? Yasa? Hukuk? Bünyemize yabancı kavramlar. Ülke sınırları olarak tanımlanmış çizgilerin içerisinde yaşayanları dilediğince hapse atma, öldürme yetki ve kabiliyeti, bir örgütlenmeyi devlet yapmaya yeter mi? “Devlet olmak” ne demektir? Bir ülke ahalisi “devlet olur” mu? Sınıfsal izaha falan hiç girmeyelim, kocaman tanımların altına dalıp ezilmeyelim; basit soruyla yetinelim: sorumsuzca ve cezasızca öldürme yetkisi, devlet olmanın mı icabıdır başka şeyin mi? En kötü haliyle bile olsa geçerli bir hukuk düzeninin bulunmadığı yerde devletten nasıl sözedilecek? Deli Dumrul devlet miydi?
Vahametin bireysel boyutu da var: SİHA ile öldürünce ele kan sıçramıyor sanılıyor muhtemelen. Hezeyan biraz bundan. Ama esas, Kürt öldürme serbestisine sınırlama gelir endişesinden. Bizdeki devlet kavramı sınırlama kaldırmaz. Bu yüzden devlet tarif edilmez. O her şeydir. İçimizde yaşar. Bazılarımızın içinde daha çok yaşar. Bazılarımızınki muhayyeldir, temennidir, bazılarımızınkinde gerçek payı vardır. “Ben devletim!” haykırışı silahlı memurlara hükmeden veya bizzat silahlı ne çok yetkilinin ağzından işitilmiştir. Mânâsı: Hey ahbap, burada kararları ben veririm! Yasa değil, hukuk değil, ben! Devlet olan ben. Halbuki, memurların tek tek devletse sen devlet değilsindir.
Devletin ortadan kalkışı sadece muzaffer bir komünist hareketin başarılı yürüyüşünün muhayyel -şimdiye kadar görülmemiş- varış noktası değil. Hukukun ve kurumların yok edilmesiyle de devlet büzüşür, yamru yumru olur.
Meşru devletsen yanlış insanı vuramazsın. Vurursan hesap verirsin. O silaha sahip olmanın, kullanmanın meşruiyeti buradan doğar. Hesap vermezsen yavaş yavaş devletlikten çıkarsın. Ya da hızla çıkarsın; sürat izafî kavram.
Her biri beline silahları takıp kendi hukukunu kurmaya kararlı, zulmetme ve öldürme kudretinden tatmin olmaya iştahlı, ihtiraslı ve fakat pek kifayetsiz, seviyesiz, bu yüzden de gölgesinden korkan adamların âleminde, hak-adalet nedir görmemiş bilmemiş biz sıradan fânilerin aklı neye kadar erer, gücü nereye kadar yeter? Cenazeye hakaret etmeye? Hakareti aslında bakışlarından kaçman gereken milyonla insana sıçratmaya? Cenazeyi toprağından çıkarttırmaya?
Sıradan fâniler olarak, hükmedicilerin bir lütfûnu pek iyi kavradık: Dilediğiniz kötülüğü yapabilirsiniz, dendi bize. Eli beli tabancalı kanunsuz devletliler örnek oldular. Dilediğiniz kötülüğü yapabilirsiniz; yeter ki zulmettiğiniz Kürt olsun veyahut bir yolu bulunup terörist denebilecek birileri olsun veyahut arkası olmayan, dayısını daha önce hallettiğimiz birileri olsun. Uzak bir doğu köyünde gece karanlığında kapısını tekmeleyip penceresini kurşunladığınız rahibe de olabilir, özel odadaki joystick’li elin SİHA’yı saldırttığı şüpheli karaltı da. Kürt karaltı. Terörist karaltı.
“Ne güzel, her şüphelendiğimizi vuruyoruz; ne tantana ediyorsunuz!” demek, bir nevi kimlik göstermektir. Cenaze basmak, gömülen cenazeyi toprağından çıkarttırmak da öyle. Bunlar kimliğinizdir. Siz busunuzdur. Biri kimsiniz, nesiniz diye sorarsa, cenaze bastık, taşladık, “Ermeni mezarı istemiyoruz!” dedik, Kürt-Alevî kadını mezarından çıkarttırdık, dersiniz.
Yani, anladığım, SİHA ile şüpheli karaltıyı vururken kimlik sorulamıyor, Alevî-Kürt kadın gömülürken soruluyor.