Kimlik mi demiştiniz?
İnsanı insan yapan şu ya da bu kimliğe sahip olması değil, herhangi bir kimliğe sahip olmasıdır ki, bu da var olan kimliklerden herhangi biri ile insan olmak arasında hiçbir zorunlu bağ olmadığı anlamına gelir.
Mustafa Kemal Coşkun*
Yeni Zelanda’da bir camide Müslümanlara yapılan faşist saldırı, kimlik/kimlikler üzerine yeniden düşünmeyi gerekli kılıyor sanırım. Nitekim epey bir zamandır akademide ve medyada egemenliğini kurmuş olan liberal burjuva akıl, etnik, dinsel, mezhepsel vb. kimliklerin insanları tanımlamada giderek daha fazla ön plana çıkar hale gelmesini; insanın kendisini yeniden keşfetmesi olarak, hatta daha da ileri giderek demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olarak alkışladı, alkışlıyor. Böylece de istediğin gibi yaşama “özgürlüğü”(!) adı altında her türlü inanç, düşünce, gelenek, görenek, adet, ibadet, düğün, cenaze, giyinme, yemek yeme vb. alışkanlıklarını kimsenin müdahale edemeyeceği dokunulmaz “nesneler” durumuna getiriyor. Bu tür bir tutum ister istemez kültürel kimlikler konusunda her türlü fanatikliği teşvik edecektir ve özellikle İslamcıların sürekli vurguladığı “çok hukukluluk”, “çok kültürlülük” ya da olmadı liberallerin “sivil toplum” masalı, doğrudan doğruya bir özgürlük vizesi olarak sunulacaktır. Nedeni basittir, zira ancak bu şartla cemaatçi toplum modellerinin gündeme getirilmesi mümkün olabilecektir. Kaldı ki küreselleşme süreçleriyle birlikte gelişen ideoloji, “kültürel kimlik” inşasına dayalı bir “demokrasi” anlayışından başka bir şey değildir.
Bir kere kültürel kimlikler ön plana çıkarıldığında, kültür/kimlik ve bunlara ilişkin nitelikler sanki insanlar arası tarihsel/toplumsal ilişkilerin bir ürünü değil de insanı aşan ve onun üzerinde yer alan bir yapıya, kendiliklerinden var olmuş ve insanlar tarafından değiştirilmesi olanaksız bağımsız birer varlığa, yani aşkın bir niteliğe büründürülmüş olur. Aklınıza gelebilecek her tür kültür/kültürel özellik insan karşısında mutlak belirleyiciliğe sahip bir konuma terfi ettirildiğinde ise yaşayan/gerçek insan bu yapı içinde kendisine yüklenen rolü oynayan bir figürana, kültürler ise birer özneye dönüştürülür. Elbette ki bu durumda demokrasi de olsa olsa farklı kimliklerin bir arada yaşaması meselesine indirgenecek, aslına bakılırsa tuhaf bir biçimde “cemaat”ten “demokrasi” beklenecektir.
Oysa insan, kendisine kendi dışından verilmiş “nesne” (dinsel, dilsel, etnik vb.) yanına ilişkin özelliklerinden dolayı değil, bu özelliklerinden ibaret olmadığı için/ölçüde ve bu özelliklerini değiştirebildiği/aşabildiği müddetçe, yani “ne’lik aşarlığıyla” insandır. Yani insanın, mantık diliyle söylenecek olursa bizzat “özgülüğü” ile değil ama “ilintisiyle” açıklanmaya çalışılıyor ve bu ilinti her ne ise (diyelim Müslüman, Hristiyan, Alevi, Sünni, Kürt, Türk, vb. olmak) bizzat onunla bağlantılandırılıyor olması, onu özne olmaktan nesne olmaya terfi(!) ettirmek demektir. Zira insanı insan yapan şu ya da bu kimliğe sahip olması değil, herhangi bir kimliğe sahip olmasıdır ki, bu da var olan kimliklerden herhangi biri ile insan olmak arasında hiçbir zorunlu bağ olmadığı anlamına gelir.
Kimlik inşası ya da kültürel kimliklerin öne çıkarıldığı bir sosyal süreç ise, sözüm ona bir çoğulculuk/çeşitlilik olarak sunulmaktadır. Ne var ki kültürel kimliklerin ön plana çıkarıldığı bir dünya, çoğulculuk görünümü adı altında olmakla birlikte bir türlü demokratik olmayan/olamayan, insani özgürleşmenin ise yanından bile geçemeyen bir dünya olacaktır. Şöyle ki, mevcut kültürlerden/kimliklerden hiçbiri insanın insan olması için zorunlu bir koşul olmadığına göre, her biri birbirinden farklı ama hiçbiri bütün insanları temsil edemeyen, hatta etmemesi gereken, dolayısıyla her biri bir azınlık olan kültürler/kimlikler çoğulluğu oluşacak demektir. Dolayısıyla herkes bir azınlık mensubu olacak, bunlardan hiçbiri ise bir çoğunluk oluşturamayacak, bütün çoğulculuğuna rağmen asla demokratik olamayan bir dünya olacaktır. Herkes bir kimliğe sahip olmasına rağmen bütün kimlikler de birer azınlık ise, hiç kimse küresel yapının işleyişi üzerinde etkili olma, ona ilişkin söz söyleme hakkına sahip olamayacaktır. Böylesi bir düzende insanın bir hak/hukuk mücadelesine girebilmesi ancak bir kimliğin fanatiği olmasıyla mümkün olabilecektir. Bu ise insanın insan olması için temel olmayan arızi özelliklerine hapsedilmesi, böylece onu özne yapan her türlü nitelikten uzaklaştırılması, eş deyişle nesneleştirilmesi demektir. Bu durumda, örneğin Irak’ta Şii ve Sünnilerin, Türkmen ve Kürtlerin, ya da dünyanın herhangi bir yerinde insanların kültürel kimlik temelinde birbirine girmesi kimseye şaşırtıcı gelmemelidir. Çünkü bunların her biri de, kendi kültürünün fanatiğinden başka bir şey değildir.
İşin daha da vahim yanı, demokratikleşmenin sadece ve sadece kültürel hak meselesine indirgenmesidir. Kültürel hakların elde edilmesi ve korunması elbette ki önemlidir, lakin bu durumda demokrasi, üretim ve çalışma ilişkilerinden tamamen bağımsız olarak ele alınacak, örneğin çok yakın bir zamanda tanık olduğumuz gibi, sırf sendikaya üye olduğu için işinden edilen başörtülü Flormar işçilerinin “iş” talebi demokratik görülmeyecek, ancak ne zaman “türbana” ilişkin bir talepte bulunurlarsa demokratik sayılacak, kısacası, sınıflardan, işçi haklarından, bölüşüm ilişkilerinden bahsederseniz dinozor sayılmanız için yeterli sayılacaktır. Dolayısıyla emek-sermaye karşıtlığından yola çıkılarak değil de kimlik-fark, vatandaş-devlet, olmadı devlet-toplum karşıtlığından yola çıkılarak siyaset yapılması demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olarak sunulacak, böylece de sınıflar arasındaki sömürü ilişkileri de gözlerden gizlenecek, var olan egemenlik ilişkisi tekrar tekrar yeniden üretilecektir. Meseleyi bu türden bir liberal akılla yorumlayan bir insanın, geçmişte AKP’yi bu ülke için bir şans olarak görmesi ya da bu partiyi demokrasinin yılmaz savunucusu sayması, bilgisizliğinin değilse bile ahlaki bütünlükten ne kadar yoksun olduğunun göstergesinden başka bir şey değildir. Halbuki neoliberalizmin ve onun Türkiye’deki temsilcisi AKP’nin en büyük tahribatı, kültürel kimlikler üzerine değil, tersine, işçi ve emekçi sınıfın temel hakları konusundadır.
Bütün bunlara karşılık, gerçekten insan özgürleşmesinden bahsedilecekse, bu durumda Marx’ın Yahudi Sorunu’nda yazdıklarına bakmakta fayda vardır: “Gerçek, bireysel insan, ne zaman soyut yurttaşı kendinde yeniden soğurup bireysel insan olarak, günlük yaşamında, özel işinde ve özel durumunda türsel varlık olursa, ne zaman insan kendi güçlerini toplumsal güçler olarak tanır ve örgütler ve böylece toplumsal gücü kendisinden politik güç biçiminde ayırmazsa, işte ancak o zaman insani özgürleşme tamamlanmış demektir”. Basitçe, insan kendi dışından verilen zorunluluklarından sıyrılmadıkça, örneğin maddi ihtiyaçlarını gidermek için her gün işe gitme zorunluluğundan kurtulmadıkça ya da kültürel kimliklerinden arınmadıkça, diyelim Hıristiyan Hıristiyanlığından, Müslüman Müslümanlığından, Protestan Protestanlığından, Alevi Aleviliğinden, Sünni Sünniliğinden, Türk Türklüğünden, Kürt Kürtlüğünden vb. özgürleşmedikçe, yani insan, insan olması için zorunlu olmayan bu türden arızi niteliklerini, “ne’liklerini” aşmadıkça gerçek özgürleşme olanaklı değildir. Kapitalist ilişkilerin hüküm sürdüğü bir yerde ise özgürleşmenin lafını bile etmek abesle iştigaldir. Bu durumda, ileriki günlerde ister Müslümanlara ister Hristiyanlara ister Yahudilere, olmadı farklı türden kimliklerin birbirlerine karşı Yeni Zelanda’dakine benzer ırkçı saldırılara girişmesine kimse şaşırmamalıdır. Zira kültür/kimlik diye diye geldiğimiz nokta budur.
*Doç. Dr., Ankara Üniversitesi, DTCF, Sosyoloji Bölümü Eski Öğretim Üyesi