Kimlik siyasetinin panzehiri hizmet siyaseti mi?

Muhalefet partileri ve özellikle de CHP’nin hazırlık ve aday belirleme sürecinde yerel şartlara dikkat gösterme çabasına rağmen seçim havasını tek başına belirleme kabiliyeti sınırlı. Başta İstanbul olmak üzere önemli büyükşehirlerde ilçe belediyelerinden adaylar belirlenmesi, yerel motivasyon arayışının ve hizmet yarışçılığının ürünü.

Kemal Can kcan@gazeteduvar.com.tr

Yerel seçim süreci artık resmi olarak başlamış sayılabilir. Adayların çoğu açıklandı, yılbaşına kadar kalan adaylar da belirlenmiş olacak. “Yerel seçimde adaylar çok önemli” sözü yine çok tekrar edilmiş olsa da, en azından iktidar kanadının meseleyi genel seçim gibi ele aldığı ve kampanyayı da öyle yürüteceği anlaşılıyor. Yerel dinamikler nedeniyle oluşabilecek ittifak alerjisini engellemek için de buna ihtiyaç var. Bizzat Erdoğan’ın devrede olduğu kutuplaştırıcı siyaset dili, giderek düşmanlaştırıcı bir düzeye doğru tırmanıyor. İktidarın, her seçim öncesinde olduğu gibi bir dış gerilimi içeriye taşımak için Fırat’ın doğusuna operasyon vaadini gündeme getirmesinin Trump tarafından açıkça desteklenmesi de, kaçırılmayacak bir fırsat sunuyor.

Muhalefet partileri ve özellikle de CHP’nin hazırlık ve aday belirleme sürecinde yerel şartlara dikkat gösterme çabasına rağmen seçim havasını tek başına belirleme kabiliyeti sınırlı. Başta İstanbul olmak üzere önemli büyükşehirlerde ilçe belediyelerinden adaylar belirlenmesi, yerel motivasyon arayışının ve hizmet yarışçılığının ürünü. Yıllarca “devlet partisi” olma suçlamasıyla karşılaşmış en eski partinin “yapabilirliğini” kanıtlama ihtiyacı, “hizmet”le sınırlı siyasi sığlaşmanın seviyesini gösteriyor ve işe ne kadar yarayacağı da tartışmalı. Bu yüzden, CHP ekonomik, toplumsal ve gelecek endişelerini öne çıkartan bir genel kampanyayı da yedekte tutmaya hazırlanıyor.

Siyasi gücünün üstünde bir kazanımla, ilk seçiminde sağladığı desteği koruma hedefi, İYİ Parti’nin yerel seçim stratejisini özetliyor. İlk tablo itibarıyla da, Mansur Yavaş’ı kendi ismi altında yarışa sokamamak dışında çok başarısız sayılmaz. Ancak, büyük ölçüde iktidarın kuracağı seçim atmosferinde nasıl bir fark yaratacağı yine belirsiz. Kayyımlarca el konulan belediyelerini geri almak gibi çok somut bir hedefle yola çıkan HDP, Türkiye genelindeki siyasi pozisyonunu da “iktidarı durdurmak” olarak tanımlamış durumda. İttifaksız ve pazarlıksız bir ortak davranış zemini görüntüsünün ikna ediciliğinin nasıl bir motivasyon üreteceği ise tartışmalı.

Blokların ve partilerin adayları, seçim stratejileri, ellerindeki imkanlar iyice ortaya çıktı ama kağıt üzerinde kurulan oyunun alana nasıl yansıyacağını uygulama becerisi gösterecek. Elbette, bu konuda iktidarın ve özellikle de Erdoğan’ın eşitsiz imkanlarla da beslenen açık bir üstünlüğü var. AKP’nin açıklanmış adaylarının kutuplaştırma siyaseti açısından düşük profilli olmasını Erdoğan’ın dengeleyeceği, bu stratejiye ihtiyacın arttığı anlaşılıyor. Hatta kampanyanın da böyle bir iş bölümü halinde şekillenmesi yüksek bir olasılık. “Rakıya eyvallah” diyen adaylar yanında, “kaçacak fırsat bulamazsın” diyen lider.

En tepeden verilen “Millet patlatır enseni” talimatları da resmi ve sivil alanda hızla karşılığını buluyor. Ankara Valiliği, Mülkiyeliler Birliği ve ODTÜ’de Sarı Yelekliler hakkındaki toplantıları yasaklıyor, Hacettepe’de bir grup faşist şair Ahmet Telli’nin konuşma yaptığı salonu basmaya kalkıyor, “Hacettepe sana mezar olacak” diye sloganlar atıyor. Avukatlık yaptığı için avukatların, gazetecilik yaptığı için gazetecilerin tutuklanması, yargılanması, insan haklarını savundukları için hak savunucularının, açık suçları ifşa ettikleri için adli tıp uzmanlarının, barışı savunan herkesin kovuşturulduğu bir zemine doğru yayılıyor.

Bir zamanlar yüksek bir abartı ifadesi olarak söylenen “ne yani oy veren 6 milyonu yargılayacak mısınız?” sözünün “evet” diye karşılanmasından çok uzak günlerde değiliz. Peş peşe gelen ve giderek dozu artırılan mahkumiyet kararlarıyla gözdağı aşamasından ceza kesme düzeyine geçildiği anlaşılıyor. Ayrıca “gereğini yaparız” talimatının da, bu yönde olduğu gayet açık. Mevcut kanunları bile uygulamamak için çareler bulmaya çalışan yüksek yargı ve kararlarının dikkate alınmamasına bile karşılık veremeyen uluslararası yargı da bu gidişatı kolaylaştırıyor.

Ekonomik kriz şartlarının yaratabileceği tepki peşin bir suçlamayla kriminalize edildikten sonra, dış politika alanında da -görünürde- zahmetsiz bir avantaj alanı açılmış oldu. Yakın zamana kadar büyük tehdit olduğu iddiasıyla kullanılan ABD, şimdi de Suriye’den çekilmesiyle yeni bir fırsat yaratıyor. Batı'yla gerilim meselelerinde gelinen noktada, İngiliz sefiri tokatlayan Abdülhamit seyreden kalabalığa, “arkasında nasıl bir pazarlık var?” diyerek bir şey anlatmak artık daha zor. Bu elverişli konjonktürün seçim atmosferine taşınmayacağını düşünmek de çok gerçekçi değil.

Muhalefet, referandum kampanyasında kendiliğinden olduğu gibi 24 Haziran seçiminde -resmi ittifak görüntüsüne rağmen- ortak bir zemin kuramadı ve bu durum, herkesi iktidar tarafından çizilen blok sınırlarına mecbur bıraktı. Blok sınırlarına ve içeriğine müdahale edememek oy davranışı üzerinde bir değişiklik yaratamamakla sonuçlanıyor. Çünkü, kendi tarif edebileceğiniz bir siyasi hat tanımlayamadıkça, ne sert karşı kimlik saldırısı, ne projeci pozitif muhalefet çıkışı, ne de kimlik uyumlanması arayışları durumu değiştirmeye yetiyor. Hatta, bu sonuçsuz çabalar kimlik siyasetini yeniden üreterek besleyen bir dinamiğe dönüşüyor.

Yerel seçim atmosferi, 24 Haziran öncesine benzer tuzakların tehdidi altında. Bu çerçeveyi en erken ortaya koyan MHP lideri Devlet Bahçeli oldu. Yerel seçimin yeni yönetim sisteminin savunma seçimi olacağını ve buna uygun davranılması gerektiğini söyledi. Erdoğan da, bütün ağırlığıyla bu çizgiye dönmüş ve gereğini yapmaya başlamış durumda. Bu yaklaşımı, tamamen ters köşeden karşılamaya kalkmak, blok sınırlarını atlayarak “hizmet” iddiasıyla, “çare var” sloganıyla ortaya çıkmak -ilk olmasa da- elbette denenebilir bir strateji. Fakat, bu stratejinin karşılık bulması için “farkı” bulmak ve anlatmak gibi zorlu bir mesele var.

Son yıllarda siyasi iletişimcilerin ve bazı araştırmacıların çok ısrarlı olduğu bir yaklaşım var: Kimlik siyasetine tam tersinden, insanların gündelik ihtiyaçlarıyla karşılık vermenin gerektiği. Bu yaklaşımın geleneksel versiyonu da, “milletin derdi ekmek”. Ancak, sadece Türkiye’de değil dünyada da çıkar ve aidiyet meselelerinin algılanışının ve ilişkisinin başkalaştığı görülüyor. Türkiye’de muhalefetin kısmen etkinlik kazandığı yakın dönem deneyimler de, bu yaklaşımı değil, karşı çıkılan şeyin net tarif edilebildiği halleri destekliyor. Biraz daha geniş bir zaman dilimindeki siyasi değişimler de, geleneksel seçmen tavrının “projelere” ve “pozitif yaklaşıma” değil itiraza daha duyarlı olduğunu gösteriyor.

Tüm yazılarını göster