Evet, hiç kimse cumhurbaşkanına “Bay Recep” diyemez. Nokta. Daha yazıya başlar başlamaz nokta koymak da biraz acayip oldu ama ne yapalım. Kendileri CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na “Bay Kemal” diye seslenebilir ama ben ya da hiç kimse ona “Bay Recep” diyemeyiz. “Sayın Bay Recep” bile diyemeyiz. Bunu en başından kesinleştirelim. Fakat yüksek müsaadelerinizle ve sadece bu yazıya girişi kolaylaştırsın diye, “Bismillah” diyerek kendilerini anlamakta ve yapıp ettiklerini kavramakta inanılmaz zorluk çektiğimi sizinle paylaşmak isterim.
Ne var ki her şeyi anlamak zorunda da değiliz. Sevgili Ulus Baker’in hem doğum gününün hem de ölüm yıldönümünün temmuzun ikinci haftasına denk gelmesi nedeniyle, sosyal medyada paylaşılan çok sayıda yazı, söz ve videodan biri de bu konudaydı. Konuşmaya böyle başlıyordu Ulus Baker: “Bir de şunu düşünmenizi istiyorum. Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibarettir.” İnsanın hayatını külliyen kurtarma kapasitesine sahip bir bilgi... Yeri gelmişken, Ulus Baker hakkındaki çok güzel bir anma yazısını da tavsiye edeyim buradan.
O videoyu izledikten hemen sonra, belki de videonun etkisiyle, haftalardır bilgisayarımın yanı başında duran Adam Phillips’in Kaçırdıklarımız: Yaşanmamış Hayata Övgü adlı kitabına uzanıp rastgele bir yeri açtım. Hani bazen olur ya, hayatınızda bir kelimeyi ilk kez duyduğunuz gün, bir de bakarsınız ki gün içinde karşılaştığınız ve birbirinden habersiz herkes o kelimeyi en az bir kez cümle içinde kullanıyor! Şaşırır kalırsınız bir ben miyim cahil, perişan diye. Yıllar evvel “tepe sersemi” lafıyla ilgili olarak başıma gelmişti. İlk kez bir arkadaşımdan duyduğum o sözü o gün karşılaştığım –neredeyse- herkes bir vesileyle kullanmıştı! İşte Ulus Baker’den her şeyi anlamak zorunda olmadığımızı dinlediğim gün, elimi attığım ilk kitabın yazarı da kavramanın büyüsüne gereksizce kapıldığımızı söyleyerek, kavrayamayanlardan oluşan bir topluluğun nasıl olacağını soruyordu. Adam Phillips, şöyle devam ediyordu bu konuya:
“Kavrayamamak burada daha iyisine, yardakçılıktan daha iyi bir şeye hizmet eden kararlı, ısrarlı bir cehalet olarak tasvir edilebilir: masumiyet ya da sahte bir naiflik değil de bir inanç; örneğin bazı durumlarda kavrayamamanın daha açımlayıcı, kavramanın da daha örtücü olabileceğine ve kavramanın verdiği tatmin bizi üçkağıda getirirken kavrayamamanın verdiği şaşkınlığın garip bir biçimde canlandırıcı olabileceğine dair bir inanç (...) Bize anlaşılmayı istemek öğretilmiştir ama bu dilek en kindar talebimiz, yetişkinliğe geçtikten sonra da annelerimize duyduğumuz hınca sarılma, her ihtiyacımızı karşılamadıkları için onları asla affetmeme yöntemimiz de olabilir. Yetişkinler olarak anlaşılmayı istememiz –pek çok şeyin yanı sıra- sahip olduğumuz en vahşi nostalji biçimi olabilir.”
Psikanalist ve yazar Phillips’in bu sözlerini politik alanda olanları ya da politik figürleri kavrama isteğimizle ve politik görüşlerimizin öteki uçta yer alanlar tarafından “kavranması” talebimizle ilişkili olarak da düşünebiliriz. Şimdi Phillips’ten yola çıkıp Cumhurbaşkanının yapıp ettiklerini kavramakta güçlük çekişimize yeniden dönmek epeyce zor. Fakat basitçe şunu söylemek istiyorum. Toplumun neredeyse yarısı bu tarz bir cumhurbaşkanlığı icrasını kavrayamıyor. Meydanlardan ve ekranlardan, muhalefetin yediden yetmişe her bir üyesine denk gelecek taşlar fırlatmasını, hakaret ve küçümsemeleri kabullenemiyor. Hal böyleyken, kimi gerçekten açık bir eleştiriden başka hiçbir şey olmayan sözlerin bile cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla yargıya taşınmasını da anlayamıyor.
Daha dün bir dostumun da dile getirdiği gibi, çoğumuzun en kavrayamadığı şey de tarafsız cumhurbaşkanı ve partili cumhurbaşkanı arasındaki fark bu kadar açıkken, Kemal Kılıçdaroğlu, Canan Kaftancıoğlu veya Ekrem İmamoğlu gibi muhalefetin şu günlerde sıklıkla yerden yere vurulan üyeleri dahil olmak üzere herkesin hâlâ eski tarz bir “makama saygı” yükümlülüğünü sürdürüyor olması. Kimsenin “Herkes önce oturduğu makama kendisi saygı duyacak” diyememesi ve saygıya davet edememesi... Kısacası ana ve yavru muhalefetler olarak bunları kavrayamıyoruz.
Şimdi gelelim Cumhurbaşkanının Kemal Kılıçdaroğlu’na neden Bay Kemal deyip durduğuna. Öyle ya, çocuk değil ki koskoca Cumhurbaşkanı, öyle diyorsa elbette vardır bir sebebi. “Bay Kemal” diyor; çünkü onun camileri ahır yapan, ezanı Türkçe okuyan, milletimizin başına ecnebi şapkası geçiren Mösyö özentili Bay takımından olduğunu bir çırpıda söyleme imkanı buluyor(muş) böylece. Ağız dolusu bir “Bay” bunlara kadirmiş... Burada bir adalet var mı, elbette yok... Siyasal İslam’ın büyük hatalarını ya da korkunç zulüm hikayelerini -üstelik de yalan yanlış demeden- bir hitaba sıkıştırarak Erdoğan’a fatura etmek ne kadar adil olursa, bu da o kadar adil.
Her şey bir yana, AKP’nin temel adalet politikasını da hiç kavrayamıyoruz zaten. Zira bu politika “Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma” veciz sözü üzerine oturuyor. Bilirsiniz, “Hoca” denen eşhas size nerede, nasıl, ne yapmanız ve yapmamanız gerektiğini söyler. Bu söylenenlerin bir kısmı muteber, bir kısmı başarılı, bir kısmı haysiyetli, bir kısmı da varlıklı bir hayat sürmeniz içindir. Fakat siz bunları yapacağız diye sürünürken onlar bu vaaz ettiklerinin hiç ama hiçbirini yapmaksızın zengin, güçlü ya da sosyal hayatta “muteber” olabilirler. Bunun son örneğini 15 Temmuz’da yaşadık.
Darbe girişiminin yıldönümü dolayısıyla düzenlenen Meclis özel oturumunda konuşan CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç’un sözleri AKP sıralarından yükselen gotik bir hücum ve gümbürtüyle sabote edildi. Daha sonra da AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik Tayyip Erdoğan’ın fetöcülerle ilişkili olarak Başbakanlık döneminde sarf ettiği “Ne istediler de vermedik” sözlerinin hatırlatmasına şöyle tepki gösterdi: “Bu konuşma yeni bir safhaya geçtiğimizi gösteriyor. Şaşırtma siyasetine başladılar. Böyle bir günde cumhurbaşkanımızı hedef almak sabotajdır.” Çelik epeyce saydırmış, 15 Temmuz ruhunu ayaklar altına alan CHP zihniyetine vermiş veriştirmiş. Tekrara lüzum yok. Dileyen buradan okusun.
Ömer Çelik Yenikapı’da bir araya gelen farklı kesimlerden yurttaşların ve siyasetçilerin canlandırdığı o ruhu çok hor kullanıp kullanmadıklarını düşünmeyi aklından bile geçirmiyor bunu söylerken. Daha da kırmızı davetiyeylen çağırsalar o ruhun geri gelmeyebileceğini de hesap etmiyor... O ayrı. Esas hesap etmediği, hesap etmeye ihtiyaç bile duymadığı şey ise 15 Temmuz konuşmasında Cumhurbaşkanının ne söylediğiydi. Erdoğan anlaşılan lafı döndürmemiş dolaştırmamış dosdoğru Bay Kemal’e getirivermişti. “O gece burası iki anı tespit etti. Bunlardan bir tanesi saat 23.15 civarı ve tankların arasından Sayın Bay Kemal gelip Bakırköy’e geçti.”
Böyle işte. Bu “adaletsiz” siyaseti ve retoriğini kavramamız, böyle bir anlayış geliştirmemiz mümkün değil. Aslında bugün bir tür aydınlanmayla fark ettim ki, AKP siyaseti ve Erdoğan, kavrama çabasının da anlaşılmanın da büyüsünü çoktan terk etmiş. Her şeyi anlamak zorunda olmadıklarını bilmenin ötesine geçmiş ve anlaşılma isteğinin de ergence olduğuna çoktan ikna olmuşlar. Her tökezledikleri noktada yeniden ayağa kalkmalarını, “anlamamak” ve toplumun diğer yarısı tarafından anlaşılmayı talep etmemekten kaynaklanan o canlılığa borçlular sanki. Kutuplaştırma siyasetleri buna dayanıyor. Fakat tabii ki anlamamak ve kavramamak konusunu felsefi ve etik derinlikten yoksun böyle bir oportünizm çerçevesine oturtunca filmin sonuna da gelinmiş olabilir artık. Bundan sonra Jaws gibi son bir kez karanlık sulardan başlarını çıkarmaya çalışırlar olsa olsa.
Şimdi bizim anlama ve kavramakta ısrar eden hallerimizi bir gözden geçirme zamanımız. Biraz da biz anlamayalım. Kavramayalım.
Zorunda mıyız?