Ülkenin alabildiğine gürültülü olduğu şu günlerde, adamlar
bilmiş bilmiş konuşurken, seçim heyecanı dört bir yanı sarmışken
hayır, seçim psikolojisine dair bir yazı yazmayacağım. Bu kadar
gürültülü ortamda akıl sağlımızı bir nebze koruyabilmek umuduyla
kadim dostum sessizliğe, susmaya dair bir şeyler yazacağım.
Psikoterapi seanslarında en kıymetli anların sessizliğe alan
açıldığı, sessizlikte durulabildiği zamanlar olduğunu düşünüyorum.
Hem kişisel hem de mesleki hayatımda uzun veya kısa bazı
sessizliklerden sonra iç dünyanın daha kolay çözülebildiğini,
işlenebildiğini, kendimize dair bulanan bakışlarımızın o
sessizlikte durulabildiğini deneyimliyorum. Bu deneyim çift
yönlü bir şekilde oluyor; hem terapist hem de danışan için.
Bazen o kadar çok konuşursunuz ki sussanız daha fazla şey
anlatırsınız oysa. Epey ekonomik bir eylemdir aslında. Sustuğunuzda
sizi anlamayacak kişiler otomatik olarak sisteminizden düşer.
Suskunluğunuza eşlik etmeyen sözlerinizden ne anlasın! Burada
susmaktan kastım duyguları bastırmak ya da pasif agresif bir tutum
almak değil elbette. Biraz içeridekiyle hemhâl olmak, kendinizle
oynaşmak.
Susmak, bence hem içsel hem de dışsal anlatıyı kurmanın ve
biçimlendirmenin en temel basamağı. Mayalamak gibi. Düşünceyi,
sözü, duyguyu… Daha derine kök salmanızı, sığlıktan
kurtulmanızı ve düşüncenizin sessizlikte doygunluğa ulaştıktan
sonra dışarıya daha olgun bir şekilde çıkmasını sağlayan yegâne
eylem.
İçeride hiçbir yaşantıyı, sözü, sırrı tutamayan, hiçbir
süzgeçten geçirmeyen ve hemen telaşla başka kişilere yetiştiren
insanları düşünüyorum. Muhtemelen bu kişiler ne söylediklerinin ne
de sustuklarının sorumluluğunu alıyorlar. Derhal birileriyle
paylaşmak istiyorlar. Kendi içlerinde büyütmedikleri,
mayalamadıkları bir şeyi başka birine sunarak aslında kendi
gerçekliklerine başka birinin gerçekliğini bulaştırmış
oluyorlar. Açık yaranın enfekte olması gibi o duygu, düşünce
de hemen açığa çıktığında mikrop kapabiliyor. Söz ya da eylem
vaktinden önce ifade edildiğinde sanki ölü bebek doğurmuş
oluyorsunuz. Olgunlaşmamış, yeterince beslenememiş, eksik…
Susmayan, susamayan kişinin kendisi ve ötekiyle kurduğu
ilişkideki sınırların dikenli tellerle çevrildiğini düşünüyorum. Bu
dikenli teller var olan ilişkiyi kanatıyor. Dile, konuşmaya
karşı alınamayan içsel mesafe, dolayısıyla ötekiyle de aramızda bir
engel teşkil ediyor. Bu engelin en bariz olanı ise
dinleyememek. Çünkü dinlemek sessizlikle sağlanabilen bir
şeydir ve düşünülenin aksine kendinizi tutmanız ya da durdurmanız
değil, dikkatinizi karşınızdakine bırakmanız gerekir. 'Şimdi ve
burada'yı deneyimlemenin en aktif hali, dinlemektir bana
sorarsanız. Dinliyormuş gibi yapıp da kendi söyleyeceklerine
odaklanmak değil.
Kimi kişilerle susulur. Hem de kana kana… Hayatınızda öyle
kişiler varsa epey şanslısınız demektir. Eğer o kişiyle gerçek
sessizlik deneyimleri yaşayabiliyorsanız, sonrasındaki sözlerinizin
lezzeti tartışılmaz olur. Kimi anlatılar, kimi yaşantılar, kimi
şehirler susturur insanı. Bu suskunluğa izin verdiğimiz ölçüde
içsel bir bahçe inşa ederiz. Dünyanın karmaşasından oraya
sığınabiliriz zaman zaman. Orada demlenip, mayalanırız. Ruhsal
bağışıklığımızı güçlendiririz. Bünyemize sessizlikten
“vitaminler, moraller” veririz.
Evet biliyorum, kimselerin vakti yok ne dinlemeye, ne susmaya.
Dolayısıyla “ince şeyleri anlamaya” da… Bu yüzden ayarlarımız
iyice bozuluyor. Politik, psikolojik, sosyolojik tüm
ayarlarımız. Arızalanıyoruz git gide. Bu arıza, hem içsel hem
de dışsal gürültü olarak kendisini gösteriyor.
Son zamanlarda memleketin duvarlarına, mitinglerdeki pankartlara
hatta alnıma filan Lao Tzu’nun şu satırlarını yazasım var:
“Konuşmadan önce düşün!
Gereği var mı?
Şefkat barındırıyor mu?
Kimseyi incitebilir mi?
Sessizliği bozacak kadar değerli mi?”
Sahi, “Sessizliği bozacak kadar değerli mi?”