Fal baktırmak için gereken tüm kriterlere sahibim. Ama fala inanmadığımı söylüyorum. Falcı kadın da belli ki buna inanmıyor. Sıcaktan şuurumu yitirmek üzereyim, fazla direnemiyorum. Bir bakıyorum, elim elinde. Avucumda da nal kadar bir nazar boncuğu.
Denizdeyim. Tombul bir çocuk titreyerek suya giriyor. Plajda yaşlı bir kadın çocuğa el sallarken öbür elindeki iri, yeşil şapkayla yelpazeleniyor. Büfede Ebru Gündeş’ten “sen yolunaağ ben yolumaaa” çalıyor. Selami Şahin saçlı bir adam şezlongundan kalkıp şarkıyla ritim tutarak enerjik olmasına gayret ettiği adımlarla denize yöneliyor. O sıcakta kat kat giysilerle plajda gezinen falcı kadın, bakışlarını bana sabitliyor. Bir dalga ensemi gıdıklıyor. Her şey birbiriyle öyle tuhaf bir uyum içinde ki, malzemenin tüm yerliliğine rağmen hayat bir dakikalığına bir Paolo Sorrentino filmine dönüşüyor. “Filmlerle yaşıyoruz bu hayatı,” diye geçiriyorum aklımdan.
Yazın, sonraki en sıcak güne kadar en sıcak günü. Dışarı çıktığın anda, bilincin tamamen yerindeyken kafanı fırına sokmuş gibi oluyorsun. Sıcak başlı başına bir karakter, karşılıklı oturan iki kişi arasında muhakkak o da var. Toplum her konuda olduğu gibi bu konuda da en az üçe bölünmüş durumda: Kışseverler, yazseverler, derdinizi seveyimciler. Kışseverler yazseverleri delilikle, yazseverler kışseverleri halden bilmezlikle, derdinizi seveyimcilerse ikisini de şımarıklık ve kapitalizmin uşağı olmakla suçluyor. Bu grubun en katılarına göre yoksul olmamanız yetmez, zengin değilseniz yazdan şikayet etmezsiniz. Siz ne kirli çıkısınız siz.
Olayın sosyo-ekonomik okumasında benim gibi tavizsiz kışseverler için bile dikkate değer bir haklılık payı var tabii: Evsizleri, yoksulları düşününce yaz şikâyetleri bir nebze hız kesebiliyor. Yaşasın mevsimlerin kardeşliği!
Olaylar hızla çığırından çıkarken bir de sosyal medyada üniforması, miğferi içinde zar zor nefes alan askerlerin videolarını görmeye başladık. Kendini tutup tutup sonunda konuşmaya karar veren mağrur bir kesim de geldi son aşamada: Bu sıcakta dış ortamda çalışmak zorunda olanlar, sözgelimi şantiyede çalışan mühendisler… Yazdan bahsetmek iyice zorlaştı.
TOPLUMCA EN BELİRGİN ÖZELLİĞİMİZ: ABARTIRIZ
Toplumca en belirgin özelliğimiz her şeyi abartmamız. Sosyal medyamızın belirgin özelliğiyse her tezin maksimum on beş dakika içinde antitezinin üretilmesi. Bir de her sebepten o kadar hızlıca birbirimizin boğazına sarılabilecek hale geliyoruz ki, bana dipte sürekli orta ateşte kaynayan bir öfke var da her şey gibi hava-su da bunun bahanesi gibi geliyor.
Bunlar olup biterken ülke yakın tarihinin en kapanmaz yaralarından birinin yıldönümü de geldi, geçti. 2 Temmuz yine hepimizi giderek devasalaşan bir kül tablasının içinde nefes almaya çalıştığımız gerçeğiyle yüzleştirdi. O açıdan bakınca gerçekten, sıcak ne ki? Soğuk ne ki? Hatta, hayat ne ki?
Yine de insan işte, ölümlü ve bu anlamda sınırlı bir yaratık. Tek hayatımızın içinden gelip geçen mevsimler, aylar, günler, tenimizi yakan sıcak, burnumuzu sızlatan soğuk bizi etkiliyor. Bazen sadece her şey normalmiş gibi hissetmek için bile havadan sudan şeylere sızlanmaya da ihtiyaç var…
Hayatın esası denge ve denge de bir kaya gibi üstüne oturulan değil, alarm gibi her gün yeniden kurulması gereken bir şey galiba. Küçük şahsi dünyalarımızın dertlerini, hava ve yol durumlarını ülkesel ve küresel dertlerle adil bir harman içinde değerlendirmeliyiz. Şu ara hepimizin en az öfke yönetimi kadar ihtiyacı olan iki şey var: “Dert yönetimi”. Hâlihazırda böyle bir başlık yoksa bunu ciddi ciddi ele almayı kişisel gelişimcilere öneririm. Derdin yönetimi mi olurmuş deyip geçmeyin, oralar birkaç yıl içinde çok değerlenecek.
FALA İNANMASAN DA FALSIZ BIRAKMAZLAR
İşte tüm bu hengâmede, bayramla birleştirilmiş bir tatile çıktım. Ki bu da ayrı bir polemik konusu. (“İstanbul’un en güzel zamanları bayram zamanları” meselesi…) Ben de bayram tatilci değilim, bu sene böyle denk düştü. Şirin Ege’mizin peynirli tosta yirmi sekiz lira bayılmayı gerektirmeyen mütevazı bir tatil beldesinde günün sıcaktan nefes alınabilir saatlerini deniz kıyısında geçirmeye çalışıyorum.
O film sahnesini andıran beklenmedik muziplikteki anın ardından falcı kadın şezlongumun dibinde bitiveriyor. Ki daha denizdeyken o mesafeden profilimi çıkarıp beni gözüne kestirmişti: “Kentli kadın, denize yalnız inmiş, demek kendi ayaklarının üstünde durabiliyor, hımm.” Fal baktırmak için gereken tüm kriterlere sahibim. Ama fala inanmadığımı söylüyorum. Falcı kadın da belli ki buna inanmıyor. Sıcaktan şuurumu yitirmek üzereyim, fazla direnemiyorum. Bir bakıyorum, elim elinde. Avucumda da nal kadar bir nazar boncuğu.
“Güzeliiiiim, sende nazar var. Sana gudubetler tebelleş olmuş, dillerde geziyon. Ay bana bi fenalık geldi, başıma ağrı girdi. Senin nazarından ben bayılacam, nasıl ayakta duruyon kız?”
İş benden çıkıyor artık. “Param yok,” diyorum, “varken yok deme, Allahın gücüne gider,” diyor. “Hiç yok demedim canım, yanımda yok,” diyorum, irice plaj çantama göz atıp “vardır sende,” diyor. “Ay tamam var da fala mala yok,” diyorum, hoop başa dönüyoruz: “İnanmaya inanmaya büyütmüşün işte nazarı.” Erken nazar teşhisi hayat kurtarabilirdi, şu an nazar ikinci derecede ama elinden geleni yapacak…
Bir on dakika kadar söylüyor, okuyor, üflüyor. Önümüzdeki günlerde önümdeki tüm engeller tuzla buz olacak, gudubetler yolumdan çekilecek, kötü ruhlar yakamdan düşecek. Bunun garantisi de avucuma sıkıştırdığı şey.
Açıp bakıyorum. “E bu kayısı çekirdeği değil mi?” diyecek oluyorum.
“Çarpılırsın,” diyor. Bir yatırın başucundaki, yüzyıllık, adını unuttuğum bir ağaçtan düşen meyvenin çekirdeğiymiş. Teşekkür ediyorum, verdiğim parayı tabii ki beğenmiyor.
“E ben sana bak demedim ki abla, sen beni sevmiştin de gönlümden ne koparsaydı hani,” diyorum.
“Dil de pabuç maşallah, gudubetlere diş geçiremiyon da burda şuncağız ablanı mı eziyon,” diyor. “Bi krem ver bari…”
Güneşte gezmekten kararmış yüzünü gösteriyor, ekmek parası için gençliği çürüyor böyle sahillerde. Hemen çıkarıp avucuna ceviz büyüklüğünde krem sıkıyorum.
“Aferin, merhametlisin. Hiçbi’ şeycikten korkma. Cömert, merhametli insanı Allah korur,” diyor.
“İÇİNE ATIYON, ATMA!”
Kremi yüzüne yedirirken arada kıvamından şüphelenip “kaç faktör bu kız” diye soruyor. Daha da gitmeyince kremi tümden ona veriyorum. Kutuyu bohçasına atarken “Cömert ol, merhametli ol ama saf da olma güzelim, çabuk kanıyon,” demez mi!
“Kanmıyorum ya, bende bir tane daha var diye verdim, ne olacak…” diyorum.
“Kalbin temiz, çabuk kanıyon, kanma!” diyor.
Konuşmamız hızla Vavien filmindeki “içine atıyon, atma!” diyaloguna doğru evrilmekte. Güneş tepede, sıcaklık tarantula gibi tırmanıyor. “Doğru diyorsun,” deyip avucumdaki kayısı çekirdeğini gösteriyorum: “Şimdi bunu denize atınca yolumdaki gudubetler dondurma gibi eriyecek mi?”
“Kalbini bozmazsan erir, şüphelere kapılmayıp yolunda yürüyeceksin,” diyor.
Bundan sonra olacaklardan ve olmayacaklardan temelde ben sorumluyum yani. Yeterince rasyonel bir düşünce, “peki” deyip gülümsüyorum.
Ülkecek belirsizliğin girdaplarında savrulur, küçük şahsi hayatlarımızla büyük büyük dertler arasında el yordamıyla dert yönetimi yapmaya çalışırken asla gözden düşmeyecek iki alan var: Kişisel gelişimcilik ve kısmen onun da dâhil olduğu şekilde, her nevi falcılık! Kalbinizi bozmayın, gündüz saatlerinde mümkün mertebe dışarı çıkmayın, ha bir de, kayısı çekirdeklerini çöpe atmayın.