Bir kuşağın hayatındaki en ilginç anıları biriktirdiği; neşede ve kederde güçlü birlikteliklerin geliştiği olağanüstü bir direniş momentiydi Gezi. Estetiği ve yaratıcılığı ile sokağa çıkmış, taleplerini haykıran bir halk çokluğunun kurulu düzen için tehlikeli, gösterişli kudretini soluk soluğa yaşayan yüz binlerce insanın içinde bir kıvılcım olarak hâlâ parlıyor. 2013’ten beri kurulu düzene ilişkin tartışmada çok mesafe kaydettik, Gezi’nin onun içinde yer almış yüz binlerce insan için yüz yıl önceymiş gibi anılmasının bir nedeni de bu mesafe. Türkiye’de demokrasi ile diktatörlüğün, cumhuriyet ile sultanlığın, estetik ile çirkinliğin, laiklik ile siyasal İslam’ın, barış ile savaşın, sosyal devlet ile sürdürülebilir yoksulluğun, kurucu bir potansiyel ile kaba kuvvetin dolayımsız karşı karşıya gelmesiydi. Bu karşı karşıya gelişin ardından mesafe ikinciler lehine mutlak olarak açıldı. Hikayeyi hep beraber yaşadık.
KİNİN KAYNAĞI
Erdoğan rejimi, en başta, hiçbir kurucu potansiyel taşımadığı için Gezi’nin karşıtıdır, büyük kininin nedeni de budur. Cumhuriyeti doksan yıllık bir parantez olarak ilan edebilmiş, kendini kurucu kadrolarla neredeyse her kritik momentte karşılaştırmış, cumhuriyetin birikimini yağmalamayı, yıkmayı ideolojik kerterizi olarak seçmiş bir rejimden bahsediyoruz. Bir “kutlu dava” söyleminin etrafına yığılmış aile-tarikat-ticaret-cemaat zincirlerinden oluşan rejimin çekirdeği, yıktığı hiçbir şeyin yerine yeni bir anlam yükleyemedi. İlköğretimden başlayarak yetiştirmek istedikleri “dindar ve kindar” nesil yetişmedi, çünkü o nesle öncü olacak imamların hemen tamamı il milli eğitim müdürü olma hevesindeydi. Kamu alanında sendikal mücadelenin adı olan KESK’in gücünü kırmak için kurdukları Memur Sen kısa bir zamanda yüz binlerce üye kazandı. Üyeleri de atamalar, ek ders ücretleri, müdürlükler kazandı… Türkiye’nin demokrasi güçlerinin çok güçlü eleştiriler yükselttiği eğitim sistemi ortadan kaldırıldı, fakat yerine konulan siyasal İslamcı eğitimin eğiticilerinin davası kini körüklemek ve bir üstlerine bağladıkları makam garantisini korumaya almaktan ibaretti. İş takipçiliği diyebiliriz buna. Eğitim bakımından sonucunu on yedi yılın ardından açık biçimde görebiliyoruz.
Erdoğan rejimi entelektüel-ideolojik hegemonya yaratabilecek hiçbir kavram-eser üretemedi. Müzik alanında Yavuz Bingöl gibi devşirmeleri, kamusal entelektüel olarak Burhan Kuzu gibi “hoca”ları oldu. Ne yapsalar ne etseler başarılı bir propaganda filmi bile çekemediler. Devşirme şairleri oldu, devşirme politika kurulu üyeleri. 2000’lerin başında Şerif Mardin’i, İdris Küçükömer’i alet çantasında tutan entelektüelleri oldu. Ama kendilerine ait değildi elbette. Sonrasında kendi “kanaat önderleri”ne döndüler. Kanaat önderi olarak tanıtılan bu tarikat liderleri, devlet kadrolarında pazarlıklara, kamu ihalelerinde havuza girdiler. Okullar, hastaneler, yurtlar açtılar. O yurtlarda devletin denetim ve gözetiminde olması gereken çocuklar tacize, tecavüze uğradı. Fakat aklımızın pek almadığı paralar bizlerin ceplerinden, emeklerinden alınarak bu tarikatların vakıflarına aktarıldı. Vakıflar arasında klan kavgaları yaşandı, kime ne kadar verileceği, hangi bakanlıkta kimin gücünün dengelenmesi gerektiği bürokrasinin temel “dava”larından biri oldu.
Türkiye’de gazeteler hep yalan yazardı, fakat gazeteciler vardı. Mülkiye’de derslerimizde Hürriyet’in ilk sayfasını nasıl okumamız gerektiği öğretilirdi hocalarımızca. Çünkü sermayenin yalanları okunabilir, analiz edilebilirdi. Gazeteler okunurdu çünkü gazeteciler belli bir etik-kamusal sorumlulukla çalışırdı. Fakat “kutlu dava” kutsandıkça gazeteci sayısı azaldı, yalan analiz edilebilir olmaktan çıktı. Gezi’nin en önemli hadisesidir Elif Çakır’ın Kabataş fantezisi. Hâlâ hatırladıkça şaşırırım bu fantezi dünyasının genişliğine. Tabii İsmet Berkan’ın bu fanteziyi nasıl kamusallaştırdığını unutmamak da gerek. Penguenleri unutmamak gerek. Türkiye’de gazetelerin tasfiyesi, aslında gazetecilerin de tasfiyesi. AKP’nin milyonlar akıttığı yalan makinesinin okuyanı bile kalmamasını bu “kutlu dava” ile birlikte düşünmek gerek artık.
KURAMAYANIN KİNİ
Kuruculuk, siyaset felsefesinin “marjinal” düşünürü Machiavelli’nin dediği gibi kurucu bir erdeme ihtiyaç duyar. Erdoğan rejimi başından beri bu kurucu erdemden yoksundu. Bu nedenle kurucu bir potansiyeli hiç olmadı. Bu nedenle Machiavelli’nin kurucu erdemi koruyacak, çürümeyi engelleyecek unsurlar olarak tarif ettiği cumhuriyetçi kurumlara da hiç ihtiyacı olmadı. Aksine yağmacı bir sultanlık gibi geldi ve fakat geçmedi. Gezi’ye duyulan kinin nedeni kendilerinde olmayan, taşıyamadıkları, kaldıramadıkları bu kurucu erdemdir. Dün bu kurucu eylem yargılandı, beraat etti ama kinin yöneltildiği Osman Kavala başka bir dosya gerekçe gösterilerek yeniden tutuklandı.
Türkiye’de siyasi davaların niteliği artık onların kin davaları olmasıdır. Pratiği rehine siyasetidir. Yargı, bütün kin davalarının aracıdır. Demirtaş’a duyulan kinin aracıdır, Kavala’ya duyulan kinin aracıdır. Devletin yargı gücünün, ceza yargısı bakımından, aşiret topluluklarının, yabanıl toplumların kan davalarındaki karşılıklılığı aşacak bir üçüncü taraf olarak geliştiği düşünülürken bugünün Türkiye'sinde üçüncü taraf ortadan kalkmış, siyasi davalar bakımından, Erdoğan ve muhalefet arasındaki kin davalarının silahı haline getirilmiştir.
Kurucu bir niteliği bir kenara bırakın iktidarını sürdürmek için demokratik meşruiyeti bile kalmamış olan rejimi zor aygıtı, bu kin davalarını besleyecek ilişkiler ayakta tutuyor görünmektedir.