Hatırlanacağı üzere Godzilla köklerini Japonya’da salmış, ardından beyaz perdeyi birçok defa ziyaret etmiş ve gelişen özel efektlerle her ziyaretinde daha da ihtişamlı sekanslar sunmuş bir canavardı. Devam olarak çekilen her filmde başrolü üstlenen bu 'canavar' özellikle ağzından fışkıran yakıcı, öldürücü hatta atomik güç taşıyan ışık huzmesiyle benzerlerinden ayrışıyor ve adeta süper güçleri olan bir dinozoru andırıyordu. Peki Godzilla’yı örneğin çok daha sonra Spielberg’in yarattığı dinozorlardan ayıran nokta sadece bu süper güçleri miydi?
Yönetmenin de dile getirdiği gibi bu son "Godzilla" filmi, Japonya’da yaşanan 'Shoaw'dan (Shoaw devriminden) serbestçe 1960-70’li yıllara uyarlanmış ve artık günümüze kadar uzanan bir yapım…
Bu kadar 'kült' olmuş bir yaratığın bir başka 'kült' olmuş bir mahlukla karşılaşması kaçınılmazdı ve nitekim ilk Godzilla-King Kong karşılaşmasını 2021 yılında izledik. Ancak şunu da unutmamak gerekir: Bu ilk 'karşı karşıya gelme' filmi aslında Legendary E. Ve Monsterverse şirketlerinin ortaklaşa sunduğu, tamamı Hollywood yapımı olan dördüncü filmdi. Ama belki daha da ilginç nokta bu iki yaratığın 'külliyatını' incelediğimizde toplamda Godzilla’nın 36’ıncı, King Kong’un ise 12’inci (!) filmi olmasıydı. Dolayısıyla bu iki canavarın bize çok da yabancı olduğunu söyleyemeyiz!
Hollywood katkılı bu beşinci adım ise, bir kez daha Kong-Godzilla karşılaşmasını adeta bir rövanş maçı olarak sunuyor ama tabii ki tam bir tekrar hissiyatı yaratmamak için işin içine başka mahlukat (!) da katıyor. Ancak sonuçta karşımızda olan 'gürültüsü boyunu aşan', daha fazla fantastik sekans ve yaratık sunayım derken bizi bir özel efekt 'şelalesine' sokan ve bütün bunları yaparak senaryosunun zayıflıklarını ve açıklarını örtmeye çalışan bir yapım…
Konudan bahsedecek olursak: Yeraltında yaşayan (filmdeki karakterler 'Oyruk Dünya' diyorlar!) King Kong, kendi dünyasında hüküm sürmeye devam etse de oldukça yalnızdır ve kendisi gibi başka maymunlar aramaktadır. Godzilla ise yeryüzünde yaşamaktadır ve her harekete geçtiğinde etrafında büyük bir yıkım bıraksa da insanları daha korkunç yaratıklara karşı korumaktadır. Yer altından gelmekte olan çok tehlikeli bir canavara karşı King Kong’la güçlerini birleştirmeye karar verirler!
BU CANAVARLARA YAZIK!
Yönetmen Adam Wingard’ın ve dolayısıyla filmin iki asıl kahramanına yani Godzilla ve King Kong’a bakışı ilk başta çocuksu geliyor: Aslında karşımızda görsek normalde 'kaçacak delik arayacağımız' bu iki canavarı belli ölçülerde insanlarla beraber yaşamaya çalışır gibi göstermek iyi niyetli olduğu kadar derinlik kazanabilecek bir yaklaşım… En son "The Lost World" filminin işlemeye çalışırken adeta 'yüzüne gözüne bulaştırdığı' bu açılım, bu hikayede bir 'kendini fazla ciddiye almama' gayretiyle kabul edilebilir durabilirdi. Hatta yönetmen bu beraber yaşama sekanslarında belli bir mizah dozu da yakalamayı başardığı denilebilir: Örneğin King Kong’un çürümüş dişini (!) yeryüzüne çıkıp, 'uçuk' bir veterinere vinç vasıtasıyla çektirdiği veya Godzilla’nın insanları hedef alan daha tehlikeli bir yaratığı öldürmesi ve sonrasında adeta beşiğine gider gibi Kolezyum'un içinde kıvrılıp uyuduğu sekanslar gerçekten gülümsetici nitelikte!
Aynı şekilde hikayede bir duygusallık da var: İki yaratığımız da doğal olarak yalnız karakterler ve film, bu yalnızlığın altını çiziyor. King Kong yaşadığı dünyada bir benzerini ümitsizce arıyor, Godzilla ise insanlara yardım edeyim derken birçok şehre inanılmaz derecede zarar veriyor ve adeta bulunduğu dünyadaki cüsse 'ölçüsüzlüğünden' dolayı yolunu kaybetmiş bir çocuk gibi dolanıp duruyor. Hatta bazen içimizden 'Yazık bu canavarlara!' gibi bir hissiyat geçtiği bile oluyor!
OLAYLAR SARPA SARIYOR!
Ancak bahsettiğimiz bu hoş çocuksu hava filmin kendisini ciddiye almaya çabasıyla darbe alıyor. Sanki baştaki naif hava seyirciyi aldatmak için kullanılan bir yöntem gibi duruyor. Kong, uzun uğraşlar sonucunda kendisine benzeyen ama Skar King tarafından otoriterce yönetilen başka maymunlarla karşılaşıyor. Aradığı ilgi ve dostluk bağını burada arıyor.
Tek başına ilginç olabilecek bu hikaye, filmin geri kalanının uçarı havasıyla uyuşmayacak bir tutumla verilince biraz suni durmaya başlıyor. Başka bir deyişle o zamana kadar bize sunulan Kong’un insani yönü, vahşi doğasının geri gelmesiyle siliniyor. Ama hikaye burada bir tereddüt yaşıyor: Kong önce kendi dünyasında başka canavarları (bazen kafasını koparmaya giden) vahşi bir şekilde öldürüyor, sonra değindiğimiz gibi dünyada dişini çektiriyor. Sonra kötü maymun lider Skar King’in maymunlarıyla kıyasıya dövüşüyor, ardından yorulduğu ve yaralandığı için insanlar tarafından onun için yapılmış 'kuvvetlendirici kol' protezini (!) kullanıyor!
Senaryoya bir zenginlik katabilecek insan karakterler de klişelere dayanan performanslar ve en iyi ihtimalle çok basit sorgulamalara gidebilecek diyaloglar kullanmaya kalkışınca olaylar daha da aksamaya başlıyor. Örneğin Doktor İlene Andrews (Rebecca Hall) sadece iki cümle ile açıklanabilecek bir karaktere sahip: İyi kalpli ve vicdan sahibi bir bilim kadını ama çalışmalarının sonuçlarını hesap etmekte zorlanıyor. Bernie Haynes (Brian Tyree Henry) komik durmaya çalışan ama olabilecek en silik yan karakterlerden biri. Belki sadece post modern bir Ace Ventura’yı canlandıran Dan Stevens Trapper karakteriyle ön plana çıkıyor ama ne yazık ki onun rolü de çok karikatür düzeyinde kalmış!
Bütün bu 'ilgi çekici olmayan' karakterler çoğu zaman bir 'yeşil ekranın' önünde birbiriyle çarpışan canavarları izliyorlar. Tam bir özel efekt karnavalı ve rahatsız edici derecede gürültülü bir ses eşliğinde eski ihtişamlarını kaybetmiş iki 'titanın' savaşını seyrediyoruz. Bazen King Kong bile bütün bu gürültülü kavgadan yorulmuş ve kafası şişmiş gibi duruyor. Tabii biz de öyle!