31 Mart seçimlerinden sonra CHP’ye yöneltilen “kontrollü” veya “müsaade edildiği oranda” muhalefet yaptığına dair eleştiriler son iki aydaki farklı vaka ve gelişmelerle bir bir doğrulanıyor. İktidar partisi, tarihinin en büyük seçim yenilgisini alıp ilk kez ikinci sıraya gerilemiş, CHP ise ilk kez birinci parti haline gelmişken yakalanan “momentum”un sönümlenmesi için başta Özgür Özel olmak üzere CHP yönetiminin adeta elinden geleni yaptığı görülüyor.
Psikolojide Jonah kompleksi veya başarma korkusu olarak tanımlanan halin temel göstergeleri bir işi erteleme/ağırdan alma, o iş ve sorumluluktan kaçma ve mükemmeliyetçilik olarak sıralanır. CHP de muhtemelen iktidara gelmek için tüm koşulların mükemmel şekilde bir araya geleceği anın hayaliyle ağırdan alıyor ve başarmanın yaratabileceği “risklere” katlanmaktansa kendini daha güvende hissettiği pozisyonunda durmayı tercih ediyor. Elbette olası bir erken genel seçimde CHP’nin iktidara geleceğinin garantisi yok, ancak bu çabanın kendisi en azından AKP’yi alışık olmadığı bir psikolojik baskı altında tutacak, 31 Mart’taki ağır seçim yenilgisini de zihinlerde canlı tutacaktı.
Yerel veya bölgesel seçimlerin sonuçları itibariyle ülke siyasetlerinde sanılanın aksine iktidarları yıkıcı veya değiştirici etkilerinin olabildiği 31 Mart’tan kısa süre sonra birçok ülkede gözlemlendi. İngiltere’de yerel seçimleri kaybeden iktidardaki Muhafazakâr Parti iki ay sonrası için erken seçim kararı almak zorunda kaldı. Avrupa Parlamentosu seçimlerini kaybeden Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron birçok yorumcunun ortaklaştığı üzere partisi açısından büyük riskler taşımasına rağmen üç hafta içinde genel seçime gideceklerini açıkladı. Belçika Başbakanı Alexander De Croo, AP seçimlerindeki yenilgi üzerine seçimleri dahi beklemeden istifa etti.
Dikkat edilirse ne İngiltere’deki Muhafazakâr Parti yerel seçim dinamikleri ile genel seçim dinamiklerinin farklı olduğu bahanesine sığındı ne de Fransa ve Belçikalı liderler AP seçimleri ile ülke seçimlerinin farklı dinamikleri olduğu veya olabileceği üzerinde durdu. Bu üç ülkede de yerel seçimler ve AP seçimleri iktidarların güvenoyunu kaybettikleri şeklinde kabul edildi. Türkiye’de ise bizzat ana muhalefet partisi seçim sonuçlarını seçmenin iktidara gösterdiği -nedense kırmızı kart değil de- bir sarı kart olarak değerlendirip bir tür iktidar apolojistliğine soyundu.
İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, Antalya gibi büyükşehirlerin hiçbirinde kazanamayıp tam aksine Bursa, Manisa, Urfa, Denizli gibi büyükşehirlerin de aralarında olduğu 15 il ve toplamda 179 belediyeyi kaybeden AKP, bu sonuçlar rakipleri tarafından bile sadece bir sarı kart olarak kabul görünce bu defa CHP’nin ataletini bir “momentuma” dönüştürüp normalleşme adı altında toparlanma, güç kazanma sürecine girdi. Bu toparlanma sürecinin kendine göre en etkili araçlarından biri olarak da Kürt belediyelerine yeniden kayyım atama kampanyasına başladı.
Hakkâri belediyesine kayyım atanmasından sonra Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu’nun önünde bir zamanlar Kemal Kılıçdaroğlu’nun milletvekili dokunulmazlıkları sürecinde karşılaştığına benzer tarihi bir sınav durduğunu belirtmiştik. Ancak aradan geçen bir haftada bu iki ismin de ne bu sınavı dert ettikleri ne de sınavı geçmek için bir çaba içine girdikleri görüldü. İktidarın kayyım kampanyasına başladığı haftada CHP’nin Genel Başkanı Özel önce İzmir’deki keşkek festivalinde, ardından Bornova’daki kiraz festivalindeydi. İmamoğlu ise kendi yerel programının izinde müze açılışı yapıp, icraatlarını anlatıyordu.
Oysa, DEM Parti seçmeninin seçme ve seçilme hakkını ortadan kaldıran ve bunu üç dönemdir tekrarlayan “sarı kart” görmüş bir iktidarın kayyım politikasının İYİ Parti gibi bir partiden dahi olur alamadığı bir meşruiyet kaybı sürecinde, iktidara talip sosyal demokrat bir partiden “kaygılıyız” açıklamalarının ötesinde bir tepki beklenirdi. Kontrollü veya müsaade edildiği ölçüde muhalefet etmenin devamı olarak her hafta çay, buğday gibi bir konu etrafında “niş” mitingler düzenleyen Özel’den ülkenin demokratikleşmesinin önündeki en temel engellerden birine dönüşen kayyım darbelerine karşı Hakkari’ye sembolik bir heyet göndermenin ötesinde proaktif bir siyaset üretmesi umulurdu.
Öyle ki, Özel’in keşkek veya kiraz festivallerinden birinden de olsa feragat edip Hakkari’ye yapacağı bir ziyaret bile hükümetin hukuk tanımaz politikasını bir ölçüde dizginleyebilirdi. Yahut İmamoğlu’nun bir müze açılışını erteleyip Hakkari’ye yapacağı ziyaret en azından kamuoyunda kayyım politikasının hükümetçe meşrulaştırılıp sıra halinde uygulanmaya devam edilmesinin önüne geçebilir veya bu süreci yavaşlatabilirdi. Bunların hiçbirini sağlayamasa dahi, ülkedeki herhangi bir normalleşmenin yolunun Hakkari’den, Diyarbakır’dan geçtiği gerçeğini ortaya koyardı. Ancak bunların hiçbiri olmayınca ve Dem Parti yine çevik kuvvet kalkanlarıyla baş başa bırakılınca hükümet bildiğini okuyup önce Hakkâri Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ı hapsetti, ardından Tatvan, Van ve Diyarbakır’la devam eden kayyım tehditlerini sıralamayı sürdürdü.
CHP’nin “normalleşme” çabası ile izah ettiği uzlaşmacı muhalefeti giderek daha çok bir tür iktidar-muhalefet koalisyonu görüntüsü vermeye başlıyor. Böyle bir koalisyon ya da ortaklık yoksa bile CHP’nin mevcut pozisyonu ne iktidar isteyen ne de hakkaniyetle muhalefet eden tuhaf bir duruma denk düşüyor. Bu da Jonah kompleksinin bir başka sendromu olsa gerek.