Türkiye, önümüzdeki bir yıl içerisinde seyri belli olacak bir “kırılmanın” eşiğinde... Türkiye gibi her daim çalkantılı ve öngörülmesi zor bir ülkede “eşik” ve “kırılma” gibi sözcükler akla pek çok farklı tarz ve derecedeki değişim ihtimalini getirebileceğinden bununla neyi kastettiğimizi baştan söylemek lazım.
“Kırılma eşiği” ile iki unsuru içeren bir durumu, momenti kastediyorum: Mevcut rejim yapılanması içerisinde Türkiye’de kapitalizmin ideolojik ve siyasi yeniden üretiminin mümkün görünmemesi ve bu durumun eskinin reddiyesine dayalı köklü değişimler içeren bir restorasyonu ya da yeniden yapılanmayı zorunlu kılması. Türkiye kendisini bu türden bir moment, bir eşik noktasında ilk defa bulmuyor. 1946’da çok partili ilk seçim, 1960 ve 1980 askeri darbeleri ve AKP’nin iktidara geldiği 2002 seçimleri bu türden bir yeniden üretim krizi momentlerinin içinden doğmuş “yeniden yapılanma” hamleleriydi. Türkiye’de sermaye düzeni bu hamleler vasıtasıyla yeniden üretiminin önündeki engelleri aşmaya ve Türkiye’deki sınıf çelişkilerinin daha iyi yönetilebileceği, sermaye birikiminin daha elverişli koşullarda sürdürülebileceği yeni bir siyasi-ideolojik sahne açmaya çalıştı. 2023 seçimlerinin arifesinde Türkiye kapitalizmi, 1946, 1960, 1980 ve 2002 yıllarında olduğu gibi “total” bir yeniden üretim krizinden kaynaklı bir eşikte olma halini yaşıyor; ve o tarihlerde olduğu gibi yeni bir siyasal/ideolojik sahnenin açılması bir zorunluluk olarak kendisini dayatıyor.[1]
ÖZNESİ VE PARADİGMASI OLMAYAN RESTORASYON
İçinde bulunduğumuz 2022 “kritik eşiği” elbette öncekilerden pek çok bakımdan farklı özellikler gösteriyor. Yalnız bir ayrıksı özelliği var ki, bugünü 1946’dan, 1960’tan, 1980’den ve 2002’dekinden farklılaştırmıyor yalnızca; önceki hepsinden ayrıştırıyor. Bugün, bahsettiğimiz düzenin yeniden üretim krizi, bunun dayattığı bir restorasyon sürecine gündelik siyaseti aşan, ondan özerkleşmiş bir sahadan öncülük edebilecek yönlendirici ve toparlayıcı özne ya da öznelerin olmadığı bir durumda yaşanıyor.
Halbuki, bugün olmayan o “özneler”, daha önceki kırılma eşiklerinde vardılar: İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yeniden yapılanmanın ana hatlarını ABD’nin anti-komünist “hür dünya” paradigması belirlemiş, o zaman devletin kendisi demek olan CHP bunun gereklerini yerine getirmişti. 1960’taki yeniden üretim krizinin zorladığı restorasyon yükselen sanayi burjuvazisinin birikim ufkuna uyumlu olan bir program etrafında ordu ve yargı bürokrasisi eliyle hayata geçirilmişti. 1980 akabindeki yeniden yapılanma yerli ve uluslararası sermayenin neoliberal programı etrafında yine asker zoru ve yargı bürokrasi marifetiyle gerçekleşebildi. 2002’deki yeniden üretim krizinde sahnede İslamcılar var gibi gözükse de dönüşüm programının ana hatlarını ABD’nin yelkenini şişirdiği ve burjuvazinin bütün fraksiyonlarının üzerinde uzlaştığı AB ile entegrasyon ve buna eşlik eden idari ve ideolojik yeniden yapılanma süreci belirliyordu.
Bugün 1946, 1960, 1980, 2002’deki şiddetinde ama bu kez fazlasıyla uzun sürmüş bir yeniden üretim krizi yaşanıyor, bir restorasyon kendisini çok uzun bir süredir dayatıyor. Fakat bugün böyle bir restorasyonun paradigmasını belirleyebilecek bir uluslararası güç, ona rengini açıkça çalabilecek bir hegemonik sermaye fraksiyonu bulunmuyor. Zira, emperyalizm, çeperindeki ülkeleri hizaya çekebilecek ortak bir programa sahip olmasını mümkün kılmayan derin bir küresel kriz ve belirsizlik yaşıyor. Türkiye’deki sermaye sınıfı ise bağlayıcı bir ekonomik program ya da yeni bir birikim stratejisi etrafında buluşamayacak kadar parçalanmışlık, ufuksuzluk ve aynı zamanda bunu özel olarak tercih etmesini gerektirmeyecek bir “konfor” içinde. (Büyük şirketlerin ve bankaların açıkladıkları dev kâr oranlarına bakmak yeterli bunun için). Böyle bir paradigma ortaya çıksa bile bununla uyumlu yeni bir siyaset sahnesinin açılması için gereken “mıntıka temizliğini” yapmaya aday bir güvenlik ve yargı bürokrasisi de bulunmuyor, çünkü devlet içerisinde AKP iktidarından özerkleşebilmiş düzenin uzun vadeli çıkarları refleksiyle hareket edebilecek (buna “devlet aklı” deniyor) bir odak bulunmuyor.
Tüm bu tabloda, eskinin krizi ile gelmesi beklenen (ve belki de çok geciken) “yeninin” krizi “mevcut zamanda” yaşanıyor.
KIRILMA EŞİĞİNDE MİLLET İTTİFAKI VE CHP
2022 “kritik eşiğinin” bu istisnai özelliği, tüm bileşenleriyle bir yeniden yapılanmanın, restorasyonun zorunluluğu konusunda uzlaşı halinde olan ve olağan koşullarda yapıldığında yakın zamandaki seçimleri kazanmasına kesin gözüyle bakılan Millet İttifakı içerisinde kendisini açık bir şekilde gösteriyor. Bugün düzen içi bir yeniden yapılanma sürecinin icracılığını üstlenme iddiasındaki Millet İttifakı seçim anketlerinin işaret ettiği yükselişe rağmen bir yönsüzlük, belirsizlik ve atalet içerisinde. Zira ortada restorasyonun icracısı olarak belirginleşmiş bir siyasal ittifak, kadro var; ama bu ittifakın yürütücülüğünü üstlenmek istediği restorasyonun ana hatlarını, paradigmasını sunan bir uluslararası güç veya iç bir “iktidar bloğu” (sermaye fraksiyonlarının bütünlüğü anlamında) yok. Bu olmadığı gibi, böyle bir “restorasyonu” icra ederken sırtını dayayabileceği ve harekete geçirebileceği devlet içerisinde bir odak (yargı, güvenlik ve idari bürokrasisi içerisinde bir dayanak) da ortada yok.
Bu durum, ideolojik anlamda birbirine benzemeyen ve muhtemel ki AKP sonrası dönem için ayrı ayrı hesapları olan Millet İttifakı’nın bileşenleri arasındaki bütünlüğü koruyacak ve seçim sonrasındaki yol haritasının ana hatlarının oluşmasını mümkün kılacak “gündelik siyaset” sahasının dışında bir “kaldıracın” ve “referans noktasının” olmadığı anlamına geliyor. Bu olsaydı eğer, ittifakın başkan adayının kim olduğunu çoktan öğrenmiş olacaktık. Millet İttifakı’nın halen bir program üzerinde tartıştığından bahsetmeyecektik. Söylemini “beşli çeteyle” yapılmış anlaşmaları iptal etme üzerine kurmaya başlayan CHP’ye karşı İyi Parti’den gelen “devletin devamlılığı, piyasanın güvenliği” gibi uyarılarla karşılaşmayacaktık. Daha pek çok şey sayılabilir. (Bunun arkasındaki sürecin sağlam bir analizi için Bahadır Özgür ve Hakkı Özdal’ın Medicascope’taki değerlendirmelerine dikkat çekmek isterim).
Bugün ne sermaye ne de devlet bürokrasisi belirgin bir restorasyon projesine sahip olmayabilir. CHP de radikal bir sol parti, hatta sosyal-demokrat bir parti olmayabilir. Ama şu öngörülebilir ki ne AKP döneminde kârlarına kâr eklemiş sermaye, ne de olası bir yeniden yapılanma durumunda yerinden olmaktan korkan devlet bürokrasisi böylesine büyük bir boşlukta CHP’nin başat öznesi olacağı ucu açık bir restorasyon projesine cevaz vermeye niyetli gözükmemektedir. Bu; CHP’nin AKP sonrası dönemde öncülük edeceği bir yeniden yapılanma sürecini “radikalleştirmek” gibi uzlaşmaz bir eğilime sahip olmasından kaynaklı bir “sorun” değildir. Ana hatları siyaset dışı sahadan belirlenmemiş bir restorasyon sürecinin, tabanı sol duyarlılıklara sahip bir parti tarafından “siyaset eliyle”, ve böylelikle de mecburen bir derece halk desteğiyle yürütülmesinin fazlasıyla kırılgan sermaye düzeni için yaratacağı risklerle ilgilidir. Zira, son 10 yıldır bastırılan muhalif duyarlılık ve öfkenin, CHP’nin liderliğindeki daha “demokratik” bir restorasyon sürecinde CHP’yi de aşacak ve sermaye sınıfını zorlayacak bir toplumsal basınç oluşturma riski muhakkak ki düzenin esas sahipleri tarafından hesaba katılmaktadır.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun sıklaştırdığı “halka sesleniş” konuşmalarının “varlık sahiplerini” karşısına alan gittikçe “halkçı” bir ton kazanmasını, söyleminin keskinleşmesini de bu bağlamda değerlendirebiliriz. Bu çıkışlar, kapitalizmin bu sefil aşamasında CHP’nin radikal sol bir programa ikna olmasından kaynaklanmıyor. CHP’nin toplumsal destek ve kurumsal kapasite bağlamında Millet İttifakı içerisindeki diğer bileşenler üzerinde sahip olduğu ağırlık ile olası bir restorasyonun icra sahasında kendisinin sıkıştırılmaya çalışıldığı alanın darlığı arasındaki açıdan kaynaklanıyor. Öyle gözüküyor ki CHP bu açıyı seçim sürecinde ve sonrasında dinamik bir halk desteğine yaslanarak kapatma arayışı içerisinde. (İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’na ikinci kez açık farkla kazandıran şeyin esasında bu halk dinamiği olduğunu Kılıçdaroğlu’nun bilmemesi imkânsız).
KIRILMA EŞİĞİNDE SOL VE SEÇİMLER
Tüm bu tablo Türkiye’de toplumsal muhalefet ve sol açısından bize ne anlatıyor? Tabloyu özetleyelim: Türkiye kapitalizminin içerisine girdiği yeniden üretim krizi kapsamlı bir restorasyonu dayatıyor. Bu restorasyona önceki dönemlerden farklı olarak reel siyaset sahnesi dışından öncülük edecek bir özne ve program bulunmuyor. Miladı seçimler olarak ortaya çıkan bu restorasyonun yürütmesini üstlenmek isteyen Millet İttifakı’na bunun için elverişli koşullar sağlayacak “siyaset” dışı (üstü?) devlet içerisinden bir desteğin sunulması zor gözüküyor. Ve sermaye sınıfı (uluslararası ve ulusal düzeyde) böyle bir restorasyonun ana hatlarını belirleyecek bir program tasarlama mecalinden yoksun durumda. Ve bu durum geçiş sürecinin liderliğini üstlenmek isteyen aktörleri mecburen “halka” dönmeye zorluyor.
Kendisini “Türkiye kapitalizminin restorasyonu” ufkuyla sınırlı tutmayarak, yeni açılacak döneme solun, emekçilerin damgasını vurmasını hedefleyen sosyalist özneler, öncelikle 2022 “momentinin” bu özgül yönlerini ortaya çıkararak, onunla bağlantı içerisinde bir stratejiyi oluşturmak ihtiyacı ile karşı karşıyalar. Türkiye kapitalizmi 2002’deki yeniden üretim krizini; bunun gerektirdiği siyasi, ideolojik ve idari yeniden yapılanma sürecini belirli bir birikim rejiminin esasları doğrultusunda yönlendirecek bir öznenin ve üzerinde uzlaşılmış programın mevcut olmadığı bir halde yaşıyor. Bu çelişkinin varlığında egemen sınıfların emin olduğu tek şey var: Halkın bu boşluğu bugüne kadar bastırılmış talepleri üzerinden doldurabilecek bir özne haline dönüşmesinin engellenmesi. O halde sol/sosyalist bir politikanın halkı bu belirsiz, ucu açık sürecin öznesi haline getirebilmek gibi bir tarihsel sorumluluğu bulunuyor. Bu sorumluluk, 2022 momentinin bu bahsettiğimiz özgüllüğünü kavrayarak, sürece halkla beraber müdahale etme sahalarında varlık göstererek, bu sahaları politikleştirerek ve emekçileri ve sol siyaseti bu sürecin izleyicisi değil müdahili haline getirmekle yerine getirilebilir. Vaziyet; yaklaşan seçim sürecinin her aşamasında iddialı olmayı, halka özgüven sağlayacak kazanımlar elde etmeyi ve bunun sayesinde birikmiş toplumsal gücü açılmak zorunda olan yeni siyaset sahnesine güçlü bir şekilde aktarmayı gerektiriyor.
Notlar:
[1] AKP’nin böyle bir sahne açıldığında iktidarı kaybetmekle kalmayıp, kendisini bir varlık-yokluk krizi içerisinde bulacağı aşikâr. Buna bakan birisi devletle bütünleşmiş olan bu yapının miladı yaklaşan “seçimler” olarak belirlenmiş bu yeniden yapılanma sürecine ket vurmak üzere seçimlerin “olağanüstü” koşullarda yapılmasına veya askıya alınmasına dair hamleler yapacağından haklı olarak endişe duyabilir. Öte yandan, içinde bulunduğumuz durumdan çok daha ciddi bir kaosa yol açabilecek böyle bir tercih; Türkiye kapitalizminin ideolojik/siyasal yeniden üretim krizinin daha da derinleşmesi ve “seçimler” vasıtasıyla ertelenen, gemlenen hoşnutsuzlukları “idare” edebilecek herhangi bir aracın kalmaması anlamına gelecektir. Böyle olduğunda artık niteliksel olarak farklı bir evreye geçilmiş demektir; ve artık o aşamada bambaşka şeyleri konuşmamız gerekir.