Hatırlanacağı üzere Wachowski Kardeşler, sinema dünyasına ilk adımlarını 1996 yılında çektikleri "Bound" filmiyle atmıştı. İki kadın karakterin mafyayı dolandırmasını anlatan bu 'entrika' filmi, hikâyesinde sınırlı bir mekan kullanan, 'star' olmayan (ama tabii ki profesyonel ve belli ölçüde tanınan) oyunculara yer veren ve göreceli olarak mütevazı bir bütçeyle derli toplu, kompakt bir görüntü taşıyan bir polisiye yapımdı. Bütün bu kısıtlı imkanlara rağmen, bizce Wachowski Kardeşler başarılı bir iş çıkarmış, ortaya gerilimi ve temposu ustaca ayarlanmış, belki türünde bir devrim yaratmayan ama bol sürprizli, zaman zaman kanlı ve şiddetli olan, rahatça akan bir 'suç' filmi çıkarmışlardı.
Bu filmden üç sene sonra çektikleri "Matrix" (1999) ise artık kardeşlerin 'büyükler ligine' çıktıklarının bir kanıtı niteliğindeydi… İlkiyle kıyaslarsak devasa sayılabilecek bir bütçeyle, yönetmenler bu sefer iddialı, dönemin bütün teknolojik buluşlarından yararlanan ama buna rağmen işin 'aksiyon' tarafına yüklenip hikâye kısmını boşlamayan çok başarılı hatta belki türünde başyapıt sayılabilecek bir bilim kurgu filmi çıkarttılar. Sanal gerçeklik, kendini gerçekten keşfetme gibi güncel ve derin konulara değinen film, dünyaya önceki benzerlerinden farklı bir bakış sunmuş, ününün doruğundaki Keanu Reeves’in yerini sağlamlaştırmış, onunla başrolü paylaşan Carrie Anne-Moss’u dünyaya tanıtmış ve usta oyuncu Laurence Fisburne’e belki de kariyerindeki en parlak yan rollerinden birini vermişti. Hatta filmin büyük kısmında siyah takım elbise ve güneş gözlükleriyle yer alsa da, onların baş düşmanı olan Ajan Smith’in (Hugo Weaving) bile seyircilerin aklında yer ettiğini söyleyebiliriz.
"Matrix"in muazzam ticari ve sinematografik başarısı hızlı bir şekilde devamlarının yolunu açtı ve Wachowski’ler belki de daha çok sayıda 'devam' bölümü hedefleyen yapımcıları tedirgin etmek pahasına, sadece "Matrix: Reloaded" (2003) ve "Matrix:Revolutions" (2003) adında iki devam filmi çekerek hikâyeyi sonlandırdılar ve bu 'üçlemeyi' (triology) kendi içinde tutarlı bir finale bağladılar.
Ancak ne yazık ki korkulan oldu: Yapımcılar uzun bir süre oyalandıktan sonra (belki "Matrix: Revolutions"un beklenen gişe başarısını getirmemesinden de kaynaklanıyor olabilir) tekrar bu hikâyeye sarılıyorlar ve Lana Wachowski bu sefer 'solo' takılarak bize bu hafta bir dördüncü 'Matrix' filmi sunuyor.
'Ne yazık ki' diyoruz çünkü bu dördüncü adım, sanki en baştan 'ölü doğmuş' bir proje izlenimi veriyor. Sonuç olarak, çekilen ilk filmle aradan 20 seneden fazla bir süre geçmiş, o dönemin yenilikleri artık 'eski' ve 'demode' duruyor, doğal olarak hikayenin baş kahramanları Neo ve Trinity de belli bir yaşa gelmişler ve artık söyleyecek özgün bir şeyi kalmamış bir hikayeyi uzatıp tekrar önümüze sunmak bu filmin 'ticari' bir başarı dışında hiçbir şeyi hedeflemediğini gösteriyor.
Sürprizleri fazla açık etmeden hikâyeden kısaca bahsetmek gerekirse: Neo (Keanu Reeves) diğer adıyla 'The One', tekrar 'sıradan' kişiliği Thomas Anderson’a dönmüştür ve çevresini saran 'gerçeklikte' biraz kaybolmuş gibidir. Çevresini saran bu hayattan giderek kuşku duymaya başlayan Anderson, farkında olmadan tekrar sanal (veya asıl gerçek) 'Matrix' evreninin kapısını açar, ancak bu dünya son seferden beri oldukça değişmiştir.
WACHOWSKİ’NİN EĞLENCESİ…
"Matrix 4" daha ilk 15 dakikalık süresinde neyi hedeflediğini ve neyle sınırlı kalmak istediğini gösteriyor: Biraz 'geçmiş' kokan karanlık bir dünyada, yeni tanıdığımız bir kadın 'direnişçi', hikâyenin düşmanları 'ajanlardan' kaçmaya çalışıyor. Bolca atlama/zıplama, koşu ve ateşli silah patlamalarıyla süslenen bu sekans, artık 'Matrix' filmleriyle özdeşleşmiş koreografik görüntülerle önümüze servis ediliyor. Artık çok şaşırtmayan ama yine de izlemesi keyifli bu sekanstan sonra hikâye daha şekil almaya başlıyor ve ana karakterimize yani Anderson’a bağlanıyoruz.
Aslında hikâye burada pozitif ufak bir kıvılcım veriyor: Çoğunlukla Anderson’un iş ortamında yani bilgisayar başında geçen bu bölümlerde sanki yönetmen de seyirciler gibi bu oldukça 'geç' gelen devamın hikâyeye yeni bir şey getiremeyeceğinin farkında ve bu durumla kendince eğleniyor. 'Matrix' programıyla ve oyunuyla oldukça ünlenmiş olan Anderson, bu 'geride kalmış' dünyaya tekrar dalma fikri karşısında şaşkın ve tedirgin… Bunu iş arkadaşlarıyla tartışmalarından ve hayatta biraz yönünü şaşırmış halinden anlıyoruz. Aslında bu 'geçmişinden kaçış' durumu ilginç bir hale dönüşebilecekken, yönetmen kolay yolu seçiyor ve ilk 'Matrix'in izleyişini sunuyor, daha doğrusu 'tekrar ediyor' ve sağlam bir yere bağlanmayan bir olaylar silsilesini yeni bir macera gibi göstermekle yetiniyor. Baş iki ana kahramanın oluşumunda önemli bir rol oynayan eski yan karakterlerin 'yokluğu' ve yeni katılanların bu boşluğu dolduramaması hikâyeyi nerdeyse sadece bir 'tekrar alevlenen aşk' boyutuna indiriyor.
BU SEFER İHANET VE FEDAKARLIKTAN ESER YOK!
Aslında Wachowski’nin hikayenin merkezine Neo ve Trinity (diğer hayattaki isimleriyle Anderson ve Tiffany) arasında tekrar başlayan aşkı koyması şaşırtıcı değil. Zaten yönetmen önceki filmlerinde de birçok felsefi ve sosyal sorularının ortasına aşk ve kimlik hikâyesini yerleştirmiş, senaryosunu bunların üzerine inşa etmişti. Ama önceki filmlerde bu klasik 'aşk' ilişkisi hikâyenin zenginliği içerisinde her şeyin 'kalbi' gibi durmuyor, sık sık kendini gösteren tehlike ve tehditler senaryoya inanılmaz bir tempo ve hareketlilik katıyordu. Özellikle ilk filme gücünü veren ihanet, fedakarlık hatta ölüm gibi olaylar burada neredeyse yoklar! Zaten normalde "Matrix: Revolutions"ın sonunda ölmüş olması gereken Neo ve Trinity’nin hala hayatta olmaları bunun en büyük göstergesi…
Olayın daha da can sıkıcı kısmı, zaman zaman umudumuzu kaybetmeden, hikâyenin bir 'tık' da olsa özgün bir şeyler sunacağını, belki ilk filmlerin açtığı yolu daha da derinleştirecek fikirler çıkartabileceğini bekliyor olmamız... Bu beklentiler asla karşılık bulmuyor, bütün filmde bir 'naftalin' havası esiyor, 'demode' bir atmosfer bizi karşılıyor.
Yönetmen ara sıra ilk filmlerinden koyduğu görüntüler ve onlara göndermelerle bir bütünlük sağlamaya çalışıyor ama bunlar, sadece onları 'özlemle' anmaktan başka bir hissiyat yaratmıyor. Ne Neo’nun 'gerçekten' uyanması, ne eskiden Zion olan 'direnişçilerin' yeni dünyası, ne onların peşinde olan ajanlar merakımızı uyandıracak, dikkatimizi ayakta tutacak şeyler. Hepsi daha önce çok daha başarılı bir şekilde sunulan, hissettirilen, bu filmde ise tekrarlanan, ağızda 'gevelenen', ısıtılıp servis edilen, artık 'bayatlamış' olaylar ve karakterler…
BOŞA ÇIKAN YAN KARAKTERLER….
Tekrar bu filmde 'yok olan' yan karakterlere dönecek olursak…. Aradan 20 sene geçmiş olmasına rağmen Reeves ve Anne-Moss hala belli bir zarafet taşıyorlar ve aralarındaki 'kimya' bozulmamış ama onların adeta 'mentor'u ve manevi babaları olan, unutulmaz Morpheus’un (Laurence Fishburne rolü kabul etmedi herhalde) bu sefer 'revize' edilip aklıselim bir delikanlıya çevrilmesi, tüylerimizi diken diken eden ajan Smith’in bu sefer bıçkın bir ergen gibi verilmesi ve onlar gibi birçok yan rolün 'light' ve gereksiz 'gençleştirilmiş' halleri biraz sinir bozucu… Özellikle "Matrix: Reloaded"da bizim kahramanların adeta 'tozunu atan', kibirli, snob, aristokrat havalı eşsiz Merovingian (Lambert Wilson) bu sefer niye sokakta yatan bir serseri, karnavaldan fırlamış bir şarlatan gibi garip tüylü bir elbiseyle karşımıza gelir, anlamak mümkün değil!
Kısaca Wachowski’nin bu "Matrix 4" filmi, seleflerini 'mumla' aratan, efsanevi bir filmin 'kötü yaşlanmış', vasat, yavan ve gereksiz bir devamı… Sadece belki filmin hayranları ve uzun bir aradan sonra Neo ve Trinity’i özleyen seyirciler göz atabilirler…
Bu filmde de Morpheus, Neo’ya bir kırmızı veya bir mavi hap tercihi sunuyor. Biz, açıkça bu defa mavi hapı tercih edip sıradan, yapay dünyamızda kalmayı seçerdik!