Kış, yoksulluk, göçmenlik: 'Bahara Kadar Bekle Bandini'
John Fante’nin 1920’li yılların sonunda Colorado’nun Rocklin kasabasında, Noel arifesinde geçen ilk romanı 'Bahara Kadar Bekle Bandini', İtalyan göçmeni Bandini ailesini odağına alıyor.
İtalyan asıllı Amerikalı yazar John Fante’nin 1938 yılında, yayımlanan ilk romanı 'Bahara Kadar Bekle Bandini', Colorado’nun çetin kışında yoksulluk çeken göçmen bir aileyi odağa almakta. Avi Pardo çevirisiyle Parantez Yayınları tarafından yayımlanan kitap aynı zamanda Bukowski’nin ilahlaştırdığı Fante’nin kurgusal otobiyografisi olarak da okunabilir.
Roman, 1920’li yılların sonunda Colorado’nun Rocklin kasabasında, kış ayında, Noel arifesinde geçmekte. Odağında ise İtalyan göçmeni Bandini ailesi var. Daha ilk sahneden ailenin yoksulluğunu görmekteyiz. Öyle ki ailenin babası Svevo, ayakkabılarının delik tabanına makarna kutusu kartonu koymakta. Bir yandan da kışa lanet etmekte çünkü duvar işçisi olarak çalışan Svevo kış ayında iş bulamıyor. Buna rağmen sözde erkekliğine toz kondurmayan, üç çocuğuna sert davranan, ağzı küfürlü, asabi, sorumsuz, sıklıkla çocukluk arkadaşı Rocco ile içen ve karısı Maria’ya sebepsiz bir kin besleyen bir adam. Maria da, evi çekip çeviren, yüzünü kızartarak bakkala veresiye yazdırmaya giden, sobayı yakan, çocuklarla ilgilenen, bir yandan da süt beyaz tespihiyle sürekli Meryem Ana’ya dua sofu derecesinde dindar bir kadın.
Daha sonra tanışacağımız Fante’nin meşhur kahramanı olacak, Charles Bukowski’nin Fante’yi “yarı-tanrı” olarak görmesini sağlayacak 'Toza Sor' romanının kahramanı, evin büyük çocuğu Arturo ise henüz on dört yaşında. Oysa daha o yaşta babasının küçük bir sureti. Tıpkı babası gibi “dört ayak üzerine düşme” ve para kazanarak âşık olduğu Katolik okulundaki sınıf arkadaşı Rosa Pinelli’yi kendisine eş yapma hayalleri peşinde. Baba-oğul, terminolojiye “kırılgan erkeklik” olarak geçen tanıma dahil edilebilir. İkisi de erk peşinde koşarak başarısız olduğu vakit af diliyor, ağlıyor ve hassas bir karaktere bürünüyor. Tabii bu karakterler İtalyan örfüyle ilintili ataerkil yapıdan kaynaklanıyor olsa da Amerikan rüyası vaadinin hüküm sürdüğü ülkede göçmen olmaları sebebiyle ezilmelerinin de payı yok değil. Nitekim Maria da insanların kocasından korkmasından içten içe haz ve güven duymakta. Ancak Noel arifesinde, açlık ve yoksulluk içerisinde kıvranırlarken Svevo Bandini bir anda ortadan kayboluyor. Öğrenildiği üzere kasabanın yarısına sahip olan zengin bir dulla, Effie Hildegarde ile birlikte. Böylelikle Arturo’nun -her ne kadar babasını döveceği yaşa gelmekten korksa da- kahramanına dönüşüyor:
“Nasıl da atmıştı kolunu kadının omzuna. Daha önce birçok kez görmüştü kadını. Adliye binasının parkında gerçekleştirilen 4 Temmuz kutlamalarında kızların sunduğu gösteriden o sorumluydu. Adliye binasının basamaklarında durup kollarını açarak kızları gösteriye çağırırken görmüştü onu. Dişlerini hatırladı, güzel dişlerini, kırmızı ağzını, dolgun ve biçimli vücudunu. O kızlarla konuşurken gölgede onu seyretmek için arkadaşlarından ayrılmıştı. Effie Hildegarde. Vay canına, inanılmaz bir adamdı babası!” (s.92-93)
Ancak bu kahramanlık kısa sürüyor çünkü Maria giderek solgunlaşıyor, sessizleşiyor ve neredeyse bitap düşer halde kendini duaya veriyor. Svevo, Noel gecesi eve yeni kıyafeti, cebinde bir tomar para ile dönse de Maria onun suratını tırnaklayarak adamı evden kovuyor, çocuklara saçtığı paraları ise sobaya atıyor. Bu kurgunun son derece otobiyografik olduğunu eklemeli. 1909 doğumlu Fante de İtalyan asıllı Amerikan vatandaşı. Duvar işçisi olan babası aileyi terk ettiği vakit balık fabrikasında çalışmaya başlıyor. Eğitimini yarıda bıraksa da yazma tutkusundan vazgeçmeyerek gerek Amerikan yazınında gerek dünya yazınında kendine yer ediniyor, bazı romanları filme dönüşüyor. Üstelik, Bukowski gibi bir yazarı da derinden etkileyerek tabiri caizse kendisiyle birlikte iki Arturo Bandini yaratıyor. Ancak 'Bahara Kadar Bekle Bandini' romanında babanın nihayetinde eve döndüğünü, annenin de onu kabul ettiğini söylemeli. Fante, anne-babasına ithafen kaleme aldığı romanında onlar için kısmen mutlu bir son tasarlasa da kendini yansıtan Arturo için bu denli iyimser değil. Zira Arturo’nun âşık olduğu kız zatürre sonucu vefat ediyor. Öte yandan Arturo’nun yazınsal yönünün daha ergenlik yıllarında filizlendiğini söylemeli. Zira pek çok yazar küçükken hayal kurma, bu hayalleri tahkiye etme, başka bir deyişle uydurmaca oyununa kendini kaptırma davranışlarına sahiptir. Arturo için de düş-gerçek ayrımı bulanıktır. Hayatı onun için bir araftır. Öyle ki sürekli günah işler, günahlarından derhal pişman olarak kilisenin yolunu tutup günah çıkarır. Cennete nasıl gireceğine, cehennemden nasıl kaçacağına kafa yorarak on emri düşünür.
“Ama araf, cennetle cehennem arasındaki o yer, endişelendiriyordu onu. Katolik öğretisi cennete gitmenin koşulunu açık bir şekilde ortaya koymuştu: Ruhun cennete gidebilmesi için bütün günahlardan arınmış, tertemiz olması gerekiyordu. Ruh ölüm anında cennete gidecek kadar temiz, cehenneme gidecek kadar da kirli değilse o ara yer kalıyordu geriye; ruhun bütün günahlardan arınıncaya kadar alevler içinde yandığı araf.” (s.80)
Bunun sebebiyse karşısında iki örnek olmasıdır: Babası ve annesi. Babası, ayrımcılığa maruz kalan, her fırsatta İtalyan olduğu için aşağılanan, emek gücüyle bir yere varamayacağının idrakinde bir adamdır. Bu yüzden tek umudu kumar yahut zengin bir kadın sayesinde bir şekilde “dört ayak üstüne düşmek”tir. Annesi ise hülyalara dalarak okuduğu kadın dergilerinde gördüğü elbiselere, evlere özenerek arzuladığı hayata kavuşmak için sadece Tanrı’ya sığınır. Bu iki figür arasında bocalar Arturo. Ünlü bir beyzbol oyuncusu olarak paraya ve kadınlara ulaşmanın yolu nereden geçer? Dört ayak üstüne düşmeyi beklemekten mi, yoksa Tanrı’ya yalvarmaktan mı? Kendini tatmin edecek bir yanıt bulamasa da hayal dünyasında yaşamaktan vazgeçmez. Çetin kış, önündeki tek engeldir sanki:
“Kış mevsimi, tuvalet radyatörlerinin etrafına toplanıp yalan uydurma zamanı. Ah, neler vermezdi bahar için! Sopanın takırtısı için, topun yumuşak avuçları yakışı için! Kış mevsimi, Noel ağacı, zengin çocuklarının bayramı; yüksek boğazlı botları, parlak kaşkolleri ve kürk astarlı eldivenleri vardı hepsinin. Ama çok da umursamıyordu. Bahardı onun mevsimi. Yüksek boğazlı botlara, parlak kaşkollere gerek yoktu oyun sahasında! Şık bir kravatın var diye birinci kaleye yürüyemiyordun. Ama o da diğerleriyle birlikte uyduruyordu yalanları. Noel armağanı olarak ne bekliyordu? Oo, yeni bir saat, yeni bir takım elbise, bir sürü kravat ve gömlek, yeni bir bisiklet ve bir düzine Spalding marka Birinci Lig beyzbol topu.” (s.101)
Sadece onun için değil bütün aile için kurtuluş mevsimi gibidir bahar. Oysa sınıf ve ırk ayrımcılığının hüküm sürdüğü Amerika’da sendikalı bir duvar işçisinin sadece ailesinin karnını doyuracak kadar kazanması dahi mümkün değildir. Üstelik, Rocco’nun ağzından önemli bir pasajda üniversite rektörleriyle tuğlacıların eşit derecede kazandığını okuruz. Amerikan cenneti, dedikleri gerek fiziksel olarak gerek zihinsel olarak alın teri döken işçiler, akademisyenler gibi emekçiler için değilse kimin içindir? Şüphesiz parayı parayla kazananlar, parayla oynayanlar, yani bankerler, borsacılar için. Dolayısıyla ekonomik ve toplumsal koşulların çıkmaza sürüklediği insanlar, bilhassa da göçmenler yoksulluğa mahkûm edilmişler ve gerçek anlamda Amerikalı olma hevesine kapılmışlardır çünkü ancak ve ancak Amerikalı oldukları vakit hayallerine kavuşacaklarını düşünürler. Bu sebeple özenç ve öfke ile yetişen göçmen nesiller yetişecektir. Tüm bu sosyo-ekonomik adaletsizlik ise kış mevsimiyle ete kemiğe bürünür âdeta. Hiçbir şey değişmeyecek dahi olsa baharı bekleyecektir Bandiniler:
“Bu akşam oynamaya ne dersiniz? Saha kupkuru. Tuhaf ifadelerle dinlediler onu, tutucuları Rodrigez bile, okulda beyzbolu Arturo kadar seven tek oyuncu. Bekle, dediler. Bahara kadar bekle, Bandini.” (s.179)