Türkiye’de popüler Batı müziğin tarihini 1950’li yıllardan
başlatabiliyoruz. Öncesine uzanmak ve kantoları, tangoları, cazdan
twist’e uzanan türleri bu tarihe katmak da mümkün ama asıl patlama,
‘50’li yılların ikinci yarısında (dünyayla hemen hemen aynı anda)
memleketi etkisi altına alan rock’n’roll ve sonrası. ‘60’lı yıllar,
bu türün üzerine kurulmuş (ekseriyetle “yerli ve milli”)
denemelerle geçti, ‘70’li yıllarda, Anadolu-pop akımının etkisini
azaltmasıyla kökü “aranjman”da olan pop, ana arteri ele geçirdi. O
dönem Türkçe sözlü hafif Batı müziği (ya da kısaca hafif müzik)
olarak anılan bu tür, diğerleri gibi “yeni”ydi. Genç bestecilerin
ortaya çıkışı, bu türü besledi ve büyüttü. ‘70’lerin ikinci
yarısında, biraz da sinemanın etkisiyle, ortalığı “hit” şarkılar
sardı. Pop müziğin altın yılları olarak anabileceğimiz bu dönemde
tanıştıklarımız, hâlâ dinlediğimiz şarkılar.
Geçtiğimiz hafta yazdığım yazıda, ‘70’li yılları
12 Mart 1971 tarihinde ordu tarafından cumhurbaşkanına sunulan
muhtırayla başlatmıştım. Başbakan Süleyman Demirel’in istifasıyla
sonuçlanan hadise sonrasında Nihat Erim başkanlığında tarafsız bir
hükümet kuruldu. Bu hükümet, art arda yaşanan acıların müsebbibi.
İlan edilen sokağa çıkma yasağı ile bütün evler tek tek arandı,
“sakıncalı” kitaplar toplatıldı, imha edildi, yasaklandı, gazeteler
sansürlendi, muhalifler tutuklandı, “yeni bir dünya” kurmak için
yola çıkan gençler öldürüldü. Âşık Mahzuni Şerif, yaşananlar
sonrasında, öldürülen gençlerin adlarını anarak bir türkü yaktı.
Türkünün başlığı, Nihat Erim’in soyadına göndermeydi: “Erim Erim
Eriyesin”. Sonrasında tutuklandı, hapis yattı ama türkü dilden dile
yayıldı.
NÂZIM HİKMET'İN ÖZGÜRLÜK SAVAŞI
1963 yılında Moskova’da hayatını kaybeden şair Nâzım Hikmet,
kitapları yasaklanan isimlerdendi. Adının anılması soruşturma
gerekçesi oluyor, kitaplarıyla yakalananlar tutuklanıyordu.
Baskılar artarken, ‘70’li yılların hemen başında, farklı bir ses
duyuldu: Ankara Devlet Operası’nda çalışan, Batı müziği eğitimi
almasına rağmen gönlünü türkülere düşüren Ruhi Su, şairin
şiirlerini de seslendirdiği bir albüm yaptı. Sonrasında o da
yargılandı ama bu adım, ilerleyen yıllarda yapılacak pek çok plağın
önünü açtı. Ruhi Su, ‘60’lı yılların sonlarına doğru Nâzım
Hikmet’in (albüme de aldığı) iki şiirini ilk kez bir 45’lik plağa
taşımış, bu plak büyük ilgi görmüştü. O kadar ki memlekette
“Rock’ın babası” olarak anılan Erkin Koray, bu plakta Ruhi Su
tarafından seslendirilen şiirlerden birini, “Dörtnala gelip Uzak
Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / bu memleket
bizim.” dizeleriyle başlayan parçayı, 1975 yılında aynı yorumla
ancak farklı bir anlayışla “Elektronik Türküler” adlı albümüne
aldı. Ruhi Su, ilerleyen dönemde, şarkılarıyla memleket tarihini ve
onu besleyen kaynakları dinleyicisiyle paylaştı.
Nâzım Hikmet’in kendi sesinden iki plağının yayımlanması ve
şiirlerinden yapılmış bestelerin değişik sanatçılar tarafından
seslendirilmesi, önemli bir adım. Bununla kalmadı, kitapları
özgürce basıldı ve raflarda yanına Sabahattin Ali’den Ahmed Arif’e
diğer “sakıncalı” şairler ilişti. Özgürlüklerin yavaş yavaş yeniden
tesis edildiği bir dönemdi bu ama sonrası kötü geldi: Memleket
karıştı, sağ-sol kavgası sokağa indi, devlet desteğiyle yaptırılmış
Çorum’dan Maraş’a uzanan bir dizi katliam ve Fatsa’da Terzi Fikri
namıyla maruf Fikri Sönmez’in kurduğu halk düzenine karşı
girişilmiş devlet saldırısı, ‘70’li yılların sonunda Türkiye’yi
karanlığa götürdü. Karanlığın sonu, daha büyük acıları başlatan bir
başka darbe, daha büyük bir karanlık ama öncesinde, halk
ozanlarının izinden yürüyen, yeni bir kanal açan kimi isimleri
anayım.
RUHİ SU İZİNDEN GİDENLER
Ruhi Su, sazıyla tek başına ortaya çıktı, ‘70’li yılların ikinci
yarısında kurduğu Dostlar Korosu’yla türküleri ve kendi yazdığı
şarkıları “yöreselden ulusala, ulusaldan evrensele” şiarıyla ve
çoksesli bir anlayışla seslendirdi. Rahmi Saltuk, Sadık Gürbüz gibi
isimler onun yolundan giderken Zülfü Livaneli, sazın yanına Batı
enstrümanlarını ekledi, bu dönemin sonuna doğru şarkılarını ve
türküleri (Attila Özdemiroğlu düzenlemeleriyle) büyük orkestra
eşliğinde seslendirdi. Cem Karaca’nın “halkın sesi” olduğu, Âşık
Mahzuni Şerif’in spor salonlarını üç seans üst üste doldurduğu
yıllar bunlar. Bir yandan pop patlaması sürerken diğer yandan
memleket dertlerini anlatan şarkılar yazıldı. Kavganın sokağa
inmesiyle saflar belirlendi, pop geri plana itildi, aradan (sonraki
on yıla damgasını vuracak olan) arabesk sıyrıldı.
Ondan hemen önce, Osmanlı’dan bu yana dinlenen alaturka, yeni
bir hamleyle “yeni” dinleyicisini buldu. ‘70’li yılların ilk
yarısı, alaturkanın Batı müziği ile kaynaştığı dönem. Buna,
Anadolu-pop’un farklı bir yansıması da diyebiliriz. Yıldırım
Gürses’ten Teoman Alpay’a uzanan pek çok besteci, Batı müziği
enstrümanlarını alaturka sazlarla birleştirdi, geçmişten gelen
makamları yeni ezgilere uyarladı ve ortaya farklı bir tını çıktı.
Yapılan şarkılar, iki kuşağı birleştirdi: Batı müziğini seven
gençler, onları anlamakta zorlanan aileleriyle aynı noktada
buluştu. ‘70’li yıllarda yaşanacak büyük pop patlamasının temeli
böyle atıldı, farklı kanallardan gelen katkılarla sağlamlaştı.
Üstelik, sesimiz Avrupa’da da duyuldu. Dönemin enteresan
topluluklarından biri olan Beyaz Kelebekler, 1975 tarihli plakları
“Sen Gidince” ile Hollanda’da listelere girdi. Topluluğun adı,
memleket dışında White Butterflies olarak anılıyordu.
TELEVİZYON, TÜPGAZ KUYRUKLARI, SAĞDAN SOLDAN İKTİDARA
ÇATANLAR
Her dönem olduğu gibi o yıllarda da toplum tarafından heyecanla
karşılanan gelişmeler ve yaşanan kimi hadiseler, şarkılarda kendine
yer buldu. 1952’de bir üniversitenin bünyesinde başlayan, 1968’de
yerel yayın yapan, 1970’li yılların ortalarına doğru bütün ülkede
yayına geçen televizyon, hayatımıza giren en büyük yeniliklerden
biri, o yılların en büyük çılgınlığı. İnsanlar ikiye ayrılıyor:
Televizyonu olanlar ve olmayanlar. Televizyonu olmayanlar, geceleri
televizyonu olanlara misafirliğe gidiyordu ve buna Halit Kıvanç
tarafından bir isim bulunmuştu: Telesafir. Bu kavram, televizyon
çılgınlığı üzerine yazılan bir şarkıya da girdi. Müziğini Şanar
Yurdatapan’ın yaptığı şarkının sözlerini (aynı zamanda şarkıyı da
seslendiren) Rüçhan Çamay yazmış: “Kim bulmuşsa Allah razı olsun /
Sen gelmeden çok mutsuzmuşuz / Geldin kuruldun en baş köşeye / O
gün bugündür sana tutkunuz // Kırk yıldır görmediğimiz eşe dosta
/ Kavuşturduğun yetmez mi zahir / Her akşam çoluk çocuk ihtiyar /
En azından on beş telesafir // Allah var ya ödeyemem hakkını /
Erkekleri eve bağladın / Bir dileğim var TRT’den / Lütfen her gün
maç yayınlayın // Televizyon / Ah seni gidi televizyon…”
Arada renkli manzaralara da rastlanıyordu. ‘70’li yılların
ikinci yarısında yaptıkları pop-fasıl plaklarıyla ünlenen İstanbul
Şarkıcıları tarafından seslendirilen bir şarkı, o dönemde yaşanan
krizin notalara dökülmüş hâli. Aslında bir cinnet ânının fotoğrafı:
Kriz ağır gelmiş, insanlar delirmiş, kendilerini sokaklara atmış,
çılgın gibi eğleniyor! Petrol sıkıntısı, yağ ve gaz kuyrukları,
pahalılık ve birbiri ardına yapılan zamlar, 12 Eylül’ün hemen
öncesinde, şarkılara sıklıkla girmişti. “Oooh.. Ooh!..” içlerinde
en eğlenceli olan: “Benzin yok / Mazot yok / Oh canın sağ olsun /
Tüpgaz yok / Ampul yok / Oh canın sağ olsun // Geçmişte hangisi
vardı / Ne olmuş sanki? / Bilenlere gidip de sor / Anlatsınlar o
günleri / Mutluymuşlar yine de / Hepsi inan ki // Aldırma arkadaş
/ Üzüp durma kendini / Olan sana oluyor / Günlerin kuyruklarda /
Yokları beklemekle / Geçip gidiyor…”
Memleket meselelerinden söz etmişken seçim dönemlerinde yapılmış
şarkıları ıskalamak olmaz. O dönemde liderleri eleştiren ya da
onlara destek veren onlarca şarkı yapıldı. İki örnek vereyim…
Bülent Ecevit’i öven şarkılardan birinin adı, “Çukulat Gibi Yutar
Karaoğlan”. Demirel’i hicveden şarkılardan birinde, şu dizelere
rastlıyoruz: “Millet acından ölemez / Keller başbakan olamaz”.
Hiciv şarkılarının ilk örneklerinden biri enteresan: 1977
seçimlerinde Süleyman Demirel’in başkanlığındaki Adalet Partisi’nin
şarkısını hazırlayan Öztürk Serengil, öncesinde Demirel’i yerden
yere vurduğu bir plak yapıyor: “Unuttun Bizi Süleyman”. Böyle örnek
çok. Bir dönem halk ozanlarının yaptığı, ‘70’li yıllarda bu plaklar
aracılığıyla karşımıza çıkıyor: Şarkılarla iktidar ve sistem
eleştiriliyor, halkın dertlerine çare aranıyor. Ekseriyetle sol
çizgide olan ozanlar ve onların yolundan gidenler, sıklıkla
“devrim”den söz ediyor. Sağ cenah derseniz, plak neredeyse hiç yok.
Müzikle çok haşır neşir değiller ama yine de tek tük örneklere
rastlıyoruz. Bunlardan biri, Genç Ozan Abdullah Kılıç’ın
seslendirdiği “Kuklacı Marks”. Plağı yayımlayan şirketin adı, aşırı
milliyetçilerin kullandığı sözcüğe gönderme: Ülkü Plak. Kapağında,
yine aynı ekibin her yerde kullandığı simge olan uluyan kurt
vinyeti var. Şarkı nasıl derseniz, kendini anlatıyor: “Soyun
Almanmış aslın Yahudi / Hiçe saydın dini, milliyeti / Nerede görsem
bir dinsiz kedi / Orda sen varsın Kuklacı Marks / Allahsız Marks,
kitapsız Marks…”
ACILI BİR DÖNEMİN BAŞLANGICI
Sonrası, ‘80’li yıllar… 12 Eylül 1980 sabahı yaşanan darbe,
Türkiye’de her alanda etkili oldu ve bütün ilerlemeyi yeniden başa
sardı. Darbeyle başlayan, darbenin karanlığıyla ilerleyen bir dönem
bu. Zaman zaman ortamı aydınlatan küçük mumlar yandı ama yetmedi.
Özellikle müzik alanında tam bir kasvet söz konusuydu. ‘70’li
yılları, en azından ilk yarısını simgeleyen sözcük umuttu;
sonrasında tam tersi oldu ve mutsuzluk ve umutsuzluk, ‘80’li
yılları anlatan sözcükler olarak tarihe geçti. Renksiz bir dönemdi
bu ve bu renksizlik, hayatın her alanında kendini gösteriyordu.
Baktığımızda gördüklerimiz, sokaklarda dolaşan tanklar ve onlara
eşlik eden askerlerin postal sesleri…
Yazının başlarında adını andığım Ruhi Su, 1985 yılının 20 Eylül
günü İstanbul’da öldü. Daha doğru bir deyişle, öldürüldü. Hastaydı,
yurt dışında tedavi edilmesi gerekiyordu ama 12 Eylül’de yönetime
el koyanlar ona pasaport vermedi. Bu, o dönemde yaşanan nice acıdan
biri. Yazıyı burada bitireyim, önümüzdeki hafta, 12 Eylül’ün 40.
yılında, o dönemde yaşananlardan söz edeyim ve memleketin karanlık
yıllarının nasıl başladığını, sonrasında neler yaşandığını
anlatmaya çalışayım.
Kısa Türkiye Tarihi, sürecek…