Bir süredir duvaR’da yazmakta olduğum Kısa Türkiye Tarihi’nin bu bölümünde, ‘90’lı yıllarda yaşadığımız “patlama”yı anlatmaya çalışacağım. Elbette ana hatlarıyla ve bir sürü ismi anmadan. Yakın bir dönemi aktarıyor olmak tehlikeli. Hemen hemen hepimizin yaşadığı bir dönem olduğu için eksikleri kolay tespit edilir. Dahası, bizzat tanık olduklarımı anlatacağım için işin içine duyguların karışması mümkün. Baştan söyleyeyim: Yazı, gözümle gördüklerim, hatırladıklarım arasından seçtiklerimi size ulaştıracak. Eksikleri elbette olacak. Uzun ve “kalabalık” bir dönemi anlatırken anmayacağım, anmayı tercih etmeyeceğim ya da unutacağım isimlerin olması doğal. Bir sonraki hafta aynı dönemi farklı bir yönden anlatacağım için olası eksikleri tamamlamak mümkün. Dahası, ileride bu “hikâye”yi kitaplaştırırsam ya da farklı bir yerde farklı bir şekilde değerlendirirsem, uzatmak ya da kimi ayrıntıların altını çizmek kolay. Bu, bir yandan da bir taslak yazı ya da eleştirilere, katkılara açık bir öndeyiş. Bu bilgiler ışığında okunursa sevinirim.
KEDERDEN NEŞEYE
‘80’li yıllarda bize umut veren şarkılar, şarkıcılar ve topluluklar vardı ama o yıllarda dinlediğimiz müziği tarif eden duygu, daha ziyade keder. Darbenin karanlığı bir yana tank paletinin altında ezilen değerler, hayatlar ve demokrasinin, insan haklarının, temel hak ve özgürlüklerin bir süre rafa kaldırılması, dağılması ve dağıtılması zor bir karanlığın memlekete çöreklenmesine sebep. Müzik üzerinden şu cümleyi kurabilirim: 12 Eylül sonrasında ortama hâkim olan kederi dağıtan, ‘90’lı yıllarda yapılanlar... Her şey bir yana, art arda yayımlanan ve bugün baktığımızda patlama olarak nitelendirdiğimiz hareketliliği yaratan pop albümleri, kederden neşeye dönüşün simgesi. Yazık ki bahsettiğimiz dönem, çok da neşeyle andığımız bir dönem değil. Müzik neşeli ama gerçek hayatta bunun karşılığı yok. Kederin yanına umutsuzluk, çaresizlik ve bunlarla büyüyen bir öfke ilişiyor. Karanlık gündelik hayatta dağılıyor, görece daha özgür bir döneme giriliyor belki ama kimi alanlar, bunun dışında: Derin devletin icraatı, faili meçhuller, Kürtlere yapılanlar ve daha nicesi, o yılları hayırla anmamızı engelliyor.
Müzik üzerinden ilerleyeyim… Bir dönem Türkçe sözlü hafif Batı müziği ya da kısaca hafif müzik olarak anılan türün, adlı adınca pop olarak nitelendirilmesi, bu yıllara denk düşüyor. Art arda yayımlanan albümler, piyasaya giren yeni sesler, yaşanan “bereket”i artırıyor. Yeni isimlere eskilerin yenilikçi işleri ekleniyor, pop, her yerde çalınan, dinlenen bir tür haline dönüşüyor. ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren rock içinde beliren bir diğer hareketlilik, bizzat piyasayı canlandıran hamleler.
Ataleti kıran, birer yıl arayla yayımlanan üç albüm: 1989 tarihli Hakan Peker albümü “Bir Efsane”yi, 1990 yılında Aşkın Nur Yengi’yle tanıştığımız “Sevgiliye”yi ve bir sonraki yıl (“Dansçı” alt başlığıyla) yayımlanan Yonca Evcimik çalışması “Abone”yi, patlamanın müsebbibi olarak gösterebiliriz. Yanlarına eski kuşaktan üç ismi iliştirmek elzem: “Gülümse” ile Sezen Aksu, “Yine Yeni Yeniden” ile Nilüfer ve 1990 yılında yayımladığı kendi adını taşıyan albümüyle Ajda Pekkan, hareketliliği artıran sanatçılar.
Patlamayı müteakip ortalığın “hit” şarkılarla dolması, Kenan Doğulu’dan Mustafa Sandal’a, Tarkan’dan Mirkelam’a yeni isimlerin sahneye çıkışı, o yılları canlı, heyecanlı kılıyor. Sezen Aksu, bu dönemde bir yandan şarkılarıyla piyasayı beslerken diğer yandan Sertab Erener, Levent Yüksel, Harun Kolçak, Göksel gibi yeni isimlerin önünü açıyor. Nazan Öncel, art arda yaptığı çalışmalarla herkesin önüne geçiyor ve “Sokak Kızı” efsanesini yaratıyor -ki bu, o dönemde atılmış en cesur adımlardan biri. Öncel, ilerleyen yıllarda besteci kimliğiyle de ön plana çıkacak ve bir sonraki on yılı şekillendiren isimlerden biri olacak.
ÖZEL RADYOLARIN ESTİRDİĞİ 'ÖZGÜRLÜK' RÜZGARI
‘90’lı yıllarda piyasayı dolduranlar, birbirine benzer gibi görünen şarkılar, şarkıcılar. Oysa her biri diğerinden farklı. Bunu içindeyken görememiştik, bugün baktığımızda fark ediyoruz. Aynı topluluktan çıkmış olmalarına rağmen İzel, Çelik’e benzemiyor; Yonca Evcimik ile Sertab Erener iki ayrı hattın temsilcisi; o yıllarda komik bulduğumuz Serdar Ortaç, sonrasının “büyük” bestecisi... Tarkan derseniz, o dönemde bile farkını ortaya koymuştu.
Bir yandan her şeyin birbirine karıştığı yıllar bunlar: Pop arabeskle buluştu, melez türler ortaya çıktı ve tuhaf bir dönüşüm başladı. Memleket halleri gibi: O dönem Türkiye’nin batısında özgürlük rüzgârları eserken doğuda büyük acılar yaşanıyordu. Müzikte yaşanan dönüşümün simge isimlerinden biri, Kayahan. 1991 tarihli “Yemin Ettim”, ‘80’li yılların ortalarında yayımlanan Sezen Aksu albümleri “Sen Ağlama” ve “Git”le başlayan arabesk-pop flörtünü ilişkiye dönüştüren albüm. Sonrasında hiçbir şey aynı olmadı, her şey birbirine girdi: İbrahim Tatlıses pop söyledi, Yıldız Tilbe pop kulvarında başlattığı iddialı yolculuğunda dümeni türkülerden arabeske kırdı, melez çalışmalar üretildi. Arabesk önce başka bir şeye dönüştü, sonra etkisi giderek azaldı ve bu melez çalışmalarca soğuruldu.
Bu dönemde art arda açılan özel radyolar ve Kral TV ile başlayan müzik televizyonculuğu, ortamı “özgür” kıldı ya da öyle sanmamıza sebep oldu. Her türden şarkıyı dinlemek, başta muhalif isimler ve arabeskçiler olmak üzere o güne dek radyolarda duymaya, ekranlarda görmeye alışık olmadığımız isimleri görmek başta güzel gelmişti. Bunu, TRT’ye ve onun sert denetim mekanizmasına karşı bir zafer olarak nitelendirenler çoktu. Sonradan işin rengi değişti, bu “özgürlük” kendi içinde farklı bir yol ve yöntem yarattı, sınırlarını çizdi ama kısa süreli bu zafer, yazının başında andığım neşeli durumun ortaya çıkmasına sebep. Özel radyolar 1992’de açıldı ama bu, birilerini kızdırmış olmalı, aynı yıl hepsi birden kapatıldı. 12 Eylül sonrası ilk büyük ve sessiz halk direnişi, bununla başladı: Antenlere, yakalara ve görünür yerlere siyah kurdeleler asıldı. Radyolar tekrar açıldığında ortaya çıkan “kirlilik”, sonrasında şu soruyu sordurdu: “Direnişi neden yaptık?” Televizyonun da güçlü olduğu yıllardı bunlar: Bir insan, bir kliple, bir gecede şöhret oluyordu.
DÖNEMİN MODA SLOGANI: 'YA SEV YA TERK ET'
90’lı yıllar, enteresan topluluklarla tanıştığımız yıllar. İzel-Çelik-Ercan, bunlardan biri. Üç konservatuvar öğrencisi, sonradan yollarını farklı yönlere doğru çizdi ama birlikte yaptıkları albüm “Özledim”, o yılların en sevilen çalışmalarından biri oldu. Yine konservatuvar kökenli üç genç, Gökhan Semiz, Ufuk Yıldırım ve Ercan Saatçi, 1991 yazında, “Bol Vitamin” adlı kasetle ortalığı salladı. ‘80’li yıllarda dünyayı etkisi altına alan rap’in memlekete uyarlanmış haliydi bu. O kadar sevildi ki art arda taklitleri yapıldı. İzel-Çelik-Ercan’daki Ercan, Vitamin’in de kurucusu olan Ercan Saatçi. Bu dönemin ikinci yarısında ortalığı saran “hepimiz kardeşiz” temalı milliyetçi şarkılar arasında sert sözlere sahip olanlardan birinde onun imzası var: “Biz burdayız gitmeyiz / Ülkemizi bekleriz / Karşı çıkan olursa…” sözlerini müteakip şarkıya yerleştirilen silah efekti, o yılların tavrını bize gösteriyor. “Ya sev ya terk et!” sloganının her yerde dillendirildiği yıllar bunlar. Pop söyleyenler “Türküz, doğruyuz, çalışkanız biz / Ne mutlu diyeniz” nakaratlı şarkılar söylemek için bir araya geliyordu.
Sibel Alaş, Demet, Göksel, Gökhan Kırdar, Ahmet, Umay Umay, Cem-Ali, Oya-Bora gibi isimler bu yılların kazancı. Almanya’daki Türkiyelilere yapılanları dile getiren rap grubu Cartel de öyle. Rock cenahına bakarsak durum daha da şahane: Kesmeşeker bu dönemin başında hayatımıza girdi; ortalarında Kramp albümlendi; sonlarına doğru Duman’ın yanı sıra mor ve ötesi ortalığa çıktı. Bütün zamanların en iyi rock dokunuşlarından biri olan Kumdan Kaleler’in “Denize Doğru” adlı albümü, 1996 tarihli. O yıl, Teoman’la tanıştığımız yıl. Sonrasında Şebnem Ferah, Özlem Tekin ve Aylin Aslım geldi. İlhan İrem, mistik hallere geçmeden önceki son albümlerini bu dönemde yaptı. ‘80’li yılların muhalif sesi Ahmet Kaya, kitlesini bu dönemde büyüttü ve “soldan sağa” herkes tarafından dinlenir oldu.
Her şey bir yana, ‘90’lı yılların en büyük kazançlarından biri, Moğollar. Bir dönemin efsanesi, 31 Mayıs 1993’te Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda verdikleri konserle yeniden bir araya geldi ve bilhassa 1996 tarihli “Dört Renk”te yer alan “Bişey Yapmalı” ile o yıllara damgasını vurdu; eylemlerde, hep bir ağızdan bu şarkı söylendi. Moğollar’ın yeniden bir araya geldiği tarihten tam yirmi yıl sonra, 31 Mayıs 2013’te başlayan Gezi direnişinde yine bu şarkı dillerdeydi.
24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ve aynı yıl 2 Temmuz’da gerçekleşen Sivas katliamı herkesi derinden sarsarken, o yıl ve sonrasında bu olayları anlatan pek çok şarkı yapıldı ve (başta Selda’nın “Uğurlar Olsun”u) bu şarkılar, çok dinlendi. Sezen Aksu’nun “Işık Doğudan Yükselir”inin büyük tartışma yarattığı dönem bu.
‘90’lı yıllar, acısıyla tatlısıyla hafızamızda ama aslında uzak bir hatıra. Onu canlı tutan, o yıllardaki bereketten doğan şarkılar. Bugün isimlerden söz ettim, şarkılar sonraya kalsın. Virgülü buraya koyayım zira uzun uzun anlatılması gereken türlerden biri, rap. Bu on yılda Hedef 12, Rapor 2, Nefret gibi isimlerle tanıştık, Cartel’i duyduk, Vitamin’le görünür olan hikâye başka bir yöne evrildi ama bunu ve dahasını önümüzdeki hafta anlatayım…