12 Eylül 1980, Türkiye’nin tarihini değiştiren darbenin yapıldığı gün. O gün, sabaha karşı radyolarını açanlar, dönemin ünlü spikerlerinden Mesut Mertcan’ın sesini duymuştu. Mertcan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren tarafından hazırlanan Milli Güvenlik Konseyi’nin 1 numaralı bildirisini okuyordu:
“Yüce Türk Milleti! Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği, ülkesi ve milletiyle bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahrikiyle varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikrî ve fizikî haince saldırılar içindedir. Aziz Türk Milleti! İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu’nun verdiği Türkiye Cumhuriyetini kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur. Parlamento ve hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurtdışına çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 5’ten itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur. Bu kollama ve koruma harekâtı hakkında teferruatlı açıklama, bugün saat 13’teki Türkiye Radyoları ve Televizyonunun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır. Vatandaşların sükûnet içinde radyo ve televizyonları başında yayımlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne güvenmelerini beklerim.”
Bu, her şeyin değiştiği bir dönemin ilk hamlesiydi. Kenan Evren, o gün radyoda yaptığı 25 dakikalık konuşmada neden bu darbeyi yaptıklarını anlatıyor, sonrasına dair ipuçları veriyordu… Türkiye Cumhuriyeti tarihinde “karanlık yıllar” olarak anılacak dönemi başlatan konuşmanın küçük bir bölümü şöyle:
“Yüce Türk Milleti! Kalbi bu vatan ve millet için atan sağduyu sahibi vatandaşlarım kabul edeceklerdir ki, ülkemizin halen içinde bulunduğu hayati önemi haiz siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlar, devlet ve milletimizin bekasını tehdit eder boyutlara ulaşmış ve bu hal devletimizi, cumhuriyet tarihinin en ağır buhranına sürüklemiştir. Aziz yurttaşlarım! Silahlı Kuvvetler, aziz Türk Milletinin hakkı olan refah ve mutluluğu, vatan ve milletin bütünlüğü ve gittikçe etkisi azaltılmaya çalışılan Atatürk ilkelerine yeniden güç ve işlerlik kazandırmak, kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak, kaybolan Devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır. Memlekette her zaman bulunabilen ve özellikle son zamanlarda çoğalan kötü niyetli birçok kişi ve kuruluşlar sizlere yalanlar düzerek, bunun aksini söyleyebilecekler ve menfi propagandalara başvurabileceklerdir. Bunlara asla inanmayınız. Bütün uygulamalar milletin gözü önünde yapılacaktır. Kıymetli vatandaşlarım! Her zaman milletiyle bir bütün ve Türk Milletinin emrinde olan Türk Silahlı Kuvvetlerine ve yeni yönetime karşı yapılacak her türlü direniş, gösteri ve tutum anında en sert şekilde kırılarak cezalandırılacaktır. Vatandaşlarımın birbirlerinin hak ve hukukuna saygılı olmalarını, sevgi içinde kırgınlıklarını unutmalarını, hepimizin bu mübarek topraklar üzerinde aynı haklara sahip bir Türk vatandaşı olduğumuzun idraki içerisinde olarak yeni yönetime yardımcı olmalarını vatanperverlik ve asil karakterlerinden bekler, mutlu ve aydınlık yarınlar dilerim.”
Kenan Evren’in söz ettiği “uygulamalar”, herkesin gözü önünde yapıldı. Yüz binlerce insan gözaltına alındı, aralarında Cem Karaca, Melike Demirağ ve Şanar Yurdatapan’ın da olduğu on binlerce insan vatandaşlıktan çıkartıldı, gencecik insanlar idam edildi ya da işkencede öldü. İdam edilenler arasında henüz 17 yaşında olan ve yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren, işkencede ölenler arasında Sol Yayınları’nın kurucusu İlhan Erdost da vardı. Yakılan kitapları, toplatılan albümleri, Timur Selçuk’tan Selda’ya yargılanan ve hapse atılan sanatçıları hesaba katmıyorum.
12 Eylül, memlekette ağır yaralar açtı. Bugün sevmediğimiz, karşı çıktığımız ne kadar çok şey varsa, hemen hepsi bu dönemde palazlandı. Güzel şeyler yok edildi, hayat değişti. Kitaplar toplatıldı, yakıldı, insanlar hapse atıldı. Darbe, memleketin üzerinden silindir gibi geçti ve var olan her şeyi unutturdu. Bugün hafızasız bir toplum hâline dönüşmüşsek bunda 12 Eylül’ün payı büyük. Onların istediği gibi bir “vatandaş” olmamak için, o günlerde ve öncesinde yaşananları (unutturmak isteyenlere inat) hatırlamak, hatırlatmak gerekiyor. Bu hafta dördüncü bölümüyle karşımıza çıkan Kısa Türkiye Tarihi, tam da bunun için giriştiğim bir yazı dizisi. Bugün, 12 Eylül sonrasını anlatmaya çalışacağım. Acılardan ziyade müzik üzerinden…
ARABESKİN SALTANATI
‘80’li yılların başı, alabildiğine karanlık. Müziğin geri planda kaldığı renksiz bir dönem bu. Art arda yaşanan acıların neredeyse her evi bulduğu, herkesi vurduğu bir dönem. Kenan Evren ve arkadaşlarınca kurulan Milli Güvenlik Konseyi’nin her şeyi yasakladığı, atılan bütün adımları kontrol altına almaya çalıştığı bu dönemde aradan sıyrılan arabesk ve türevleri bir anda ortalığı sardı. ‘70’li yılların sonuna doğru pop kulvarında etkin olan arabesk, bizzat yaratıcılarının sesinden ülkeye yayıldı. Hakkı Bulut’un “İkimiz Bir Fidanız”ını Tülay’ın, Orhan Gencebay’ın “Gönül”ünü Zerrin Özer’in, Selami Şahin şarkılarını dönemin neredeyse bütün yıldızlarının sesinden dinlemişken, ‘80’li yılların bilhassa ilk yarısında Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay ve İbrahim Tatlıses’in sesi duyuldu. Gazinoların assolistleri değişti, alaturkacıların yerini arabeskçiler aldı. Aradan sıyrılan Müslüm Gürses’in devreye girmesiyle birlikte, darbe sonrasının müziği arabesk olarak tescillendi.
Acılardan, mutsuzluktan ve umutsuzluktan beslenen bu tür, karanlık ortamı iyi değerlendirmiş, rakipsiz ilerlemişti. Darbenin kararttığı hayatları, Türkiye’nin içinde bulunduğu ortamı fırsat bildi; köyden kente göç sonucu ortaya çıkan yeni şehirlilerin katkısıyla büyüdü, ‘70’li yıllar boyu süren yükselişini zirvede tamamladı ve ‘90’lı yıllarda yaşanacak pop patlamasına kadar piyasayı elinde tuttu. O güne dek yok sayılan, devlet televizyonunda yasaklanan arabesk, 12 Eylül sonrasında yapılan ilk seçimde iktidara gelen Anavatan Partisi (ANAP) Genel Başkanı ve Başbakan Turgut Özal’ın çabalarıyla kendine devlet katında da yer buldu. Bu türü ve özellikle İbrahim Tatlıses’i ne kadar sevdiğini her fırsatta dile getiren Özal, seçimlerde kullandığı şarkıları da bu hattan seçti. Bu hamle, arabeskin meydanlara inmesine vesile oldu. Merkez sağda konumlanan ANAP’ın 1983 seçimlerinde kullandığı şarkı, parti amblemindeki arı ve peteğe gönderme yapan bir alaturka şarkıydı ama arabeske yakın bir düzenlemeyle yorumlanmıştı: “Arım balım peteğim / Anavatan çiçeğim / Bilsem ki öleceğim / Yine onu seçeceğim // Tek ümidim her şeyim / Özal benim liderim / Bilsem ki öleceğim / Yine onu seçeceğim…”
ANAP iktidarında geçerli tür arabeskti. O güne dek sadece yılbaşı özel programlarında bir kereye mahsus olmak üzere TRT’ye çıkan şarkıcılar artık özel eğlence programlarında kendilerine yer buluyor, solo konserleri devlet televizyonu aracılığıyla halka ulaşıyordu. Bu yıllarda art arda enteresan isimler ortaya çıktı: “Seni Sevmeyen Ölsün”le adını duyuran Tüdanya, bir trajedinin kahramanı olarak dikkatleri üzerine çeken Bergen ve bir yılbaşı gecesi “Kimbilir”le ekrana çıkan Kibariye, dönemin üç büyük ismi… Onların yanına, çocuk şarkıcıları koymak gerek: Küçük Emrah ve Küçük Ceylan, bir modayı başlatan isimler. Sonrasında ikisi de büyüdü, şarkıcılık kariyerlerini sürdürdü.
TAVERNADAN KORSANA DEĞİŞİMİN SEMBOLLERİ
Arabesk, köyden kente göç edenlerin, horlananların, hakir görülenlerin müziğiydi. Kentin varoşlarında kurulan gecekondu mahallelerinde yaşayanlarca dinleniyordu. Taşradan geldiği söylenir ama alakası yok. Arabesk, alaturka ve halk müziğinden beslenen, yer yer pop ve hatta rock altyapısını kullanan “kentli” bir türdü. Üstelik kentin içinde yeşeren bir de yan kolu vardı: Piyanist şantörler tarafından tavernalarda yorumlanan şarkılar... Ümit Besen ve Ferdi Özbeğen’in açtığı yol hızla büyüdü ve kısa süre sonra bu tarzda müzik yapanlarla doldu. Başlama vuruşunu yapan şarkılardan biri, Ümit Besen’in sesinden dinleyiciye ulaşan, dalga dalga yayılan, hâlâ herkesin ezbere eşlik ettiği “Nikâh Masası”…
Tavernalar, aslında komşu ülke Yunanistan’ın gece hayatını renklendiren eğlence mekânları. Türkiye’de biraz yanlış anlaşıldı ve ‘80’li yıllarda piyanist şantörlerin tek başına “sanatlarını” icra ettikleri yerler olarak tarihe geçti. Dinleyicisi de farklıydı: Köyden kente göç eden varlıklı kesim ya da 1980 sonrasının yeni zenginleri… Taverna şarkıcıları orglarının başında yerini alıyor, dinleyicileriyle konuşarak interaktif bir şekilde geceyi sürdürüyorlardı. Gelen önemli konuklar, “O ooo kimleri görüyoruz… Meşhur fabrikatör Ahmet Bey, hoş geldiniz! Zarif eşinizle birlikte sizi bu şarkı eşliğinde dansa davet ediyorum” tarzında cümlelerle karşılanıyor, statüler ön plana çıkartılıyordu. Arif Susam, Attila Kaya, Nejat Alp, Cengiz Kurtoğlu gibi isimler, bu dönemde art arda ortaya çıktı; yanlarına uduyla Coşkun Sabah ilişti. Her gece yinelenen programları tıklım tıklım doldu, plakları çok sattı. Aslında plağın yerini kasete bıraktığı bir dönemdi bu. Sirkeci’deki Doğubank’tan Unkapanı’ndaki İstanbul Manifaturcılar Çarşısı’na geçen, oraya yerleşen müzik yapımcıları için de yeni bir savaş başlamıştı. Şehirlerde art arda açılan ve dönemin meşhur şarkılarını korsan bir şekilde kasetlere doldurarak satan bant kayıt stüdyoları… Piyasayı ele geçiren arabesk ve dış kulvardan gelerek onun yanına yerleşen taverna, ‘60’lı yıllarda yeşeren, ‘70’li yıllarda Türkiye’nin popüler müziği hâline gelen pop ve rock’u etkisiz hâle getirmiş, korsan kasetçilerin ortaya çıkışı, yapımcıları iyice zor duruma sokmuştu.
O yıllarda en çok tartışılan şey, arabesk. Dergiler ve gazeteler bu tartışmalara özel bölüm ayırdı, paneller düzenlendi, televizyonda açık oturumlar yapıldı. Devlet, bir yandan bu müziğin önünü açmışken diğer yandan karşı çıkıyor, onu ehlileştirme çabasına girişiyordu. Bu çabaların sonunda ortaya çıkan “acısız arabesk” halk nezdinde ilgi görmedi. Hatta Unkapanı’ndaki yapımcılar bu çabalara eğlenceli bir şekilde karşılık verdi: Yanında jilet ya da pul biber hediyesiyle piyasaya sürülen “acılı arabesk” kasetleri… Bütün bunlar olurken pop camiası boş durmadı; arabeskin saltanatını yıkmak üzere yeni adımlar atıldı. Bunlardan biri, besteci Attila Özdemiroğlu’nun söz yazarı Aysel Gürel’le el ele vererek yaptığı çalışmalar… Nükhet Duru’nun sesinden dinleyiciye ulaşan “Sevda” ve Sezen Aksu’nun seslendirdiği “Firuze”, bu çalışmalar sonucu ortaya çıkan ürünler. Çok sevildiler ama öngörüldüğü üzere arabeski ortadan kaldıramadılar. Bilakis popun arabeskleşmesine katkıda bulundular ve ‘90’lı yıllarda ortalığı saracak olan yeni ve melez bir türün ilk adımları olarak tarihe geçtiler. Sezen Aksu, yaptığı plaklarla bu geçişte katalizör görevini üstlendi. Sonrasında yanına Kayahan ilişti ama bunu, ‘90’lı yıllara geldiğimizde anlatmak en doğrusu.
UMUT YENİDEN DEVREYE GİRİYOR
‘80’li yıllarda enteresan işler de yapıldı. Bunlardan biri, çalışmalarına ‘60’lı yıllarda başlayan Ergüder Yoldaş imzalı “Sultan-ı Yegâh”. Sanatçı, kökü Osmanlı İmparatorluğu’nda olan geleneksel musikiyi Batı müziğiyle birleştirdi ve eşi Nur Yoldaş tarafından yorumlanan şarkılarla adından söz ettirdi. 1982 tarihli bu albüm, karanlığı aydınlatan ilk ışıklardan biri. Sonrası geldi: Fikret Kızılok’un “Zaman Zaman”ı, Erkin Koray’ın “İlla ki”si, Barış Manço’nun art arda yaptığı albümler ve Mazhar Fuat Özan imzalı “Ele Güne Karşı Yapayalnız”, dönemin güzellileri. Zülfü Livaneli’nin “Ada”sı ve Yeni Türkü, Çağdaş Türkü, Mozaik, Bulutsuzluk Özlemi gibi toplulukların çalışmaları, bu on yılın ikinci yarısında memleketin yeniden normalleşmesine büyük katkıda bulundu. Bu isimlerin yanına Ahmet Kaya ve Grup Yorum’u da koymak elzem çünkü onların çıkışıyla, müzik kendine yeni ve sağlam bir yol buldu.
Buraya bir virgül koyayım, önümüzdeki hafta kaldığım yerden devam edeyim. Bugün daha ziyade müzik üzerinden ilerledim. 12 Eylül’ün acılarını ve memlekete ettiklerini dün ziyadesiyle konuştuk. ‘90’lı yıllara nasıl geldiğimizi, o yıllarda neler yaşadığımızı anlamak için biraz daha ilerlememiz gerekecek. 12 Eylül sonrasında Türkiye’de yaşanan kimi değişimler bugüne de ışık tutuyor. Bunda Kenan Evren’in yaptığı “uygulamalar”ın payı büyük. Bugün, aslında dünde gizli.