Bu hafta, bir süredir Duvar’da sürdürdüğüm Kısa Türkiye Tarihi’nin onuncu yazısını yayımlama niyetindeydim ama iki gün önce yaşadığımız deprem, araya bir parantez açma gerekliliği doğurdu. Talihin bir cilvesi, bu parantez, tam da 2000’li yılların başına, anlatacağım döneme denk geliyor. Bir başka depremle tarihin değiştiği bir dönem bu: Gölcük, İzmit ya da Marmara depremi olarak bilinen 17 Ağustos 1999 depremi, ‘90’lı yılları bitiren, 2000’li yılları başlatan olay. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
Marmara depreminin on beşinci yılında, 17 Ağustos 2014’te BirGün Pazar’da yayımlanmak üzere “Şarkılar bile deva olmuyor bazen...” başlıklı bir yazı yazmış, Türkiye’de yapılan ve depremleri anlatan kimi şarkılardan söz etmiştim. Bahsi geçen yazı, 2016’da yayımlanan “100 Şarkıda Memleket Tarihi” adlı kitabımda iki maddeye ilham vermişti. Biri, 17 Ağustos depreminden söz eden, diğeri genel olarak depremleri anlatan iki madde… İlkinde ters köşe yapmış, unutulmaması için bu maddeyi “sağdan” bir şarkı üzerine kurmuş, diğerinde çok bilinen bir şarkının bilinmeyen hikâyesini anlatmıştım. Bu yazıya da onunla başlayacak, ilerleyeceğim… Andığım bütün yazılardan faydalanacağım, onlarda yer alan bilgileri tekrarlayacağım belki ama arada öğrendiğim yeni bilgiler, bu yazıları da tamamlayacak.
“Çok bilinen şarkı” dediğim, bir dönem Sezen Aksu yorumuyla çok insana ulaşmış olan Orhan Gencebay bestesi “Zelzele”. Aksu’nun 1982 yılında yayımlanan “Firuze” albümünün ikinci yüzünü açan bu şarkının sözleri şöyle: “Bu gece şehirde bir tevekkül var / Can alışverişte, her taraf pazar / Ayaklar altında sabaha kadar / Kubbeler hû çeker, kullar sallanır // Bu nasıl ibadet, kimin çağrısı? / Bütün bakışlarda safran sarısı / Evler secde etmiş gece yarısı / Odalar hû çeker, holler sallanır...”
Sözler, Bekir Sıtkı Erdoğan’ın bir şiirinden... Şiir, 22 Temmuz 1967’de Adapazarı’nı yıkan büyük depremi anlatıyor. Mudurnu Depremi olarak da bilinen, (resmî rakamlara göre) 89 kişinin ölümüne, 7116 binanın yıkılmasına sebep olan 6,8 şiddetindeki bu deprem, Anadolu’nun gördüğü büyük afetlerden biri. Önemi, 17 Ağustos sonrasında sıklıkla duyduğumuz Kuzey Anadolu Fay Hattı’nı (KAF) görünür kılmasında. KAF, bu depremden sonra bilinir hale geliyor ve memleketin deprem tarihi biraz daha anlaşılır oluyor.
Türkiye, öncesinde, büyük ve yıkıcı depremlere sahne olmuş bir ülke. Adapazarı’ndaki duyduğumuz, Marmara ve hemen sonrasında meydana gelen Düzce’dekiler ise bizzat yaşadığımız depremler. Bu kadar da değil: Yakın dönemde Van depremini (ve daha nicesini) yaşadık, büyük yıkımları gördük. Tartışmasız bir gerçek var: Burası bir deprem ülkesi. Buna uygun yaşamamız gerekiyor ama yazık ki bunu dikkate almıyoruz. Bireysel önlemlerimizi alsak bile bu yeterli olmuyor. Devletin, iktidarın buna göre davranması, bu işin bilincinde olması, ülkeyi ve vatandaşını bilinçlendirmesi gerekiyor ama yetkili ağızlar bile her deprem sonrası “bu Allah'tan gelen bir felaket” diyor, depremi “kıyamet provası” olarak nitelendiriyor. Yıllar önce toplanan deprem vergilerinin nereye harcandığı bilinmiyor, depremde kurtarıcı olacak toplanma alanlarına AVM yapılıyor. İstanbul depremi kapıda. Sözünü esirgemeyen topluluklarımızdan Rashit, “Taksim’de Bangyjumping” adlı kısa albümde yer alan “İstanbul” adlı şarkılarında “deprem tehlikesi”nden söz ettiğinde, yıl 2001’di ve İstanbul’u da vuran Marmara depreminin yaraları daha sarılmamıştı. Şarkıda bahsi geçen tehlike bu kez şehri kalbinden vuracak ve biz, buna hiç hazırlıklı değiliz.
17 Ağustos depreminin rakamlarını hatırlayalım: 45 saniye süren, büyüklüğü 7,5 olarak kayda geçen depremde 17 bin 480 kişi öldü, 23 bin 781 kişi yaralandı, 505 kişi sakat kaldı, 285 bin 211 konut ve 42 bin 902 işyeri hasar gördü. Bunlar, resmî rakamlar elbette… Yaklaşık 600 bin kişinin evsiz kaldığı bu deprem, resmî olmayan rakamlara göre 50 bine yakın insanın ölümüyle sonuçlandı. Türkiye’nin gördüğü en büyük deprem değildi belki ama yaşadığımız, etkisini derinden hissettiğimiz en büyük deprem, hâlâ bu.
32 bin 700 kişinin ölümüyle sonuçlanan Erzincan (1939), 2 bin 396 kişiyi canından eden Varto (1966) ve sonrasında art arda gelen Lice (1975), Muradiye (1976) ve Erzurum (1983) depremleri, memleketin gördüğü büyük depremler. Yakın zamanda yaşadığımız Erzincan (1992), Dinar (1995) ve Adana (1998) depremlerini ve sonrasında pek çok insanın çadırda ve karavanda yaşamasına neden olan 2011 Van depremini de bu büyük felaketler arasına katmak gerek. Daha da sıralayabilirim ama gerek yok zira bunlar kolaylıkla ulaşılabilecek bilgiler. Buna rağmen unutuyoruz, bir daha başımıza gelmeyecek gibi davranıyoruz ama her seferinde yeniden aynı acıları yaşıyoruz. Depreme hazırlıklı değiliz. İçinde oturduğumuz binaların sağlam olup olmadığını bilmiyoruz. Deprem esnasında ve sonrasında ne yapmamız gerektiği konusunda bir fikrimiz yok. Bunları kulaktan dolma bilgilerle öğreniyoruz.
Devlet derseniz, bunları öğretmek, vatandaşlarını depreme hazırlamak bir yana deprem bölgesine bile geç intikal ediyor. Ülkenin üçüncü büyük şehrinde olan, neredeyse bütün Batı şeridini etkileyen depremin ertesi günü (hem de yakın dönemde bir başka depremin vurduğu) Van’da kongre yapmak, en azından benim aklımın almadığı bir şey.
Acılarımız tazeyken siyaset konuşmayın, acıları siyasete bulaştırmayın diyorlar ama aslında tam da bu dönemde bunları konuşmak gerekiyor. Sonrasında unutuyoruz çünkü. Daha doğru bir deyişle, bulandırılan gündemlerle, asıl tartışmamız gereken şeyler unutturuluyor.
Neyse ki şarkılar, olanları bütün çıplaklığıyla gelecek kuşaklara aktarmaya muktedir. Depremlerde yaşanan acılar, pek çok ağıtla bugüne taşındı. Kiminin etkisi zamanla azaldı belki ama onları bulup dinlediğimizde, sayfalarca cümle kurarak anlatamayacağımız şeyleri anlattıklarını görüyoruz.
Hakan Sezgin, 28 Mart 1970 gecesi Gediz’de meydana gelen 7,2 büyüklüğündeki depremi (Nedret Güvenç’in konuk sanatçı olarak katıldığı) “Gediz Faciası” adını verdiği ağıtında anlatırken aynı deprem, Hüseyin Can tarafından “Ne Kurbanlar Verdi Gediz İlçesi” başlıklı ağıta da konu olmuş. 19 Ağustos 1966’da Varto’yu tamamen yıkan 6,9 büyüklüğündeki deprem, Fahri Kızıl’ın derlediği “Varto Felaketi” adlı ağıtla, Bayram Koca’nın sesinden bugüne taşınmış. Yüksel Özkasap’ın seslendirdiği “Felaket Bölgesi Varto”, aynı depremi anlatıyor. Mehmet Solmaz, “Diyarbakır Viran Oldu (Deprem Faciası)” başlıklı ağıtı, 1975 Lice depreminden sonra Enveriye Baran’ın katılımıyla söylemiş. Selahattin Tanış’ın (yine Enveriye Baran’la birlikte) seslendirdiği “Lice’ye Ağıt” ve Karslı âşık Murat Çobanoğlu’nun sazından ve sesinden dinleyiciye ulaşan aynı adlı bir başka ağıt, 6 Eylül 1975’te Lice, Ergani, Silvan, Diyarbakır gibi yerleşim birimlerini yıkan 6,6 büyüklüğündeki depremi anlatıyor.
27 Aralık 1939’da Erzincan’ı yıkan, Türkiye’nin gördüğü en büyük felaketlerden biri olan deprem, yakın dönemde bir şarkıya konu oldu: “Erzincan 1939”. Teneke Trampet, 2014 yılında yayımlanan şarkılarını anlatırken, yıllardır yaşananların da bir özetini sunuyor aslında: “1939 Erzincan depreminden bu yana 75 yıl geçti. 17 Ağustos Marmara depreminin 15. yıldönümündeyiz. ‘Erzincan 1939’, tarihsel bir olayı anlatıyor. Bu şarkı müzikal bir sözlü tarih denemesi gibi düşünülebilir. Sözlü tarih belli bir dönemi, bir olayı yaşamış kişilerle yapılan görüşmelerin derlenmesiyle oluşur, sıradan insanların hikayelerinin de tarihin yazılmasında katkısı olmasını sağlar. Teneke Trampet’in bu şarkısında da kendiliğinden bir dönem tanıklığı ortaya çıktı. Şarkıda, depremin ve Milli Şef İnönü’nün Erzincan’a gitmesi, o sırada doktor olarak orada bulunan Dr. Fazıl Erciyaş’ın anlattığı şekilde, kendisinin yaşadıklarıyla birlikte hikâye ediliyor. Elbette ortaya çıkan anlatının bir kişinin bakış açısından olduğu unutulmamalı. Politik acıların felaket yörelerine gitmesi, üzüntü paylaşır gibi yapması, devletin yaraları saracağını söylemesi artık sıradanlaştı. Gazetecilerin ihmallerin üzerine gitmemesi isteniyor, halkın şikayetleri tokatla, tekmeyle, polis şiddetiyle cevaplanıyor. İşin doğasında böyle kazaların olduğu iddia edilip ölüm normalleştirilmeye çalışılıyor. 2. Abdülhamit zamanında, 10 Temmuz 1894 İstanbul’undaki büyük depreme ilişkin gazetelerin vermediği birçok bilgiye Agah Efendi isimli bir telgraf memurunun kendi kendine saman kağıdına yazdığı notlarda rastlıyoruz. Bunun nedeni de basına, depremden ‘halkın endişeye kapılmayacağı bir şekilde’ söz edilmesi yolunda verilen emir; olayları önemsiz gösterme, gerçekleri saklama emri… Örneğin bir gazete ‘bir aralık olağan zevk ve neşesini kaybeden şehrin yine mutlu havasına döndüğü’nden söz etmiş. Ama ne hikmetse ölen ve yaralananlardan hiç söz etmemiş. Ve gerçek bilgiler ancak zamanın yabancı basınında yer alabilmiş… Doğadan da gelse, insandan da gelse felaketler hakkındaki gerçeklerin ortaya çıkması için 120 yıl beklememize gerek kalmayacak adaletli günler özlemiyle…”
Hilmi Şahballı tarafından plağa alınan “Deprem Felaketi”, 22 Mayıs 1971’de Bingöl’de meydana gelen 6,8 büyüklüğündeki deprem sonrası söylenmiş. Başında şöyle bir konuşma var: “Varto, Adapazarı, Isparta, şimdi de Bingöl mü ya Rab! Harabeye dönmüş Bingöl ilimiz. Ağlamaktan görmez oldu gözümüz, sarardı benzimiz, soldu yüzümüz. Ya Rab, sabır ver sen Türk milletine, sabır ver sen Bingöllülere…” Hilmi Şahballı, 2000 yılında yaptığı aynı adlı bir başka şarkıda, Marmara depremini anlatmıştı: “Ben böyle acı görmedim / Gel kardaş gel Marmara’ya / Ben böyle sancı görmedim / Gel kardaş gel İstanbul’a…”
Marmara Depremi sonrasında, olayı anlatan pek çok şarkı yapıldı, ağıtlar yakıldı. Dursun Doğan’ın “Depreme Ağıt”ı, Âşık Nuri Yücel’in “Ah Deprem Deprem”i, Âşık Zeki Erdali’nin “Deprem”i, Vahit Köroğlu’nun “Depreme Ağıt” ve Erol Ergani’nin “Marmara Depremi” adı kasetleri, arşive baktığımda ilk gördüklerim. Bu kadar değil üstelik... Ankaralı topluluk Pilli Bebek’in ilk albümünde yer alan enstrümantal “Sakarya”, Kızılay’daki aynı adlı cadde için yapıldığı varsayılan bir şarkı olarak algılanır ama aslında 17 Ağustos sonrasında bestelenmiş bir ağıt bu. Grup Yorum’un 2005 tarihli “Feda” albümünde yer alan “Sesimi Duyan Var mı?”, bu depremi anlatan bir başka şarkı: “Uykudaydı İstanbul, İzmit, Adapazarı, Gölcük / Uykudaydı Bolu, Düzce, Değirmendere, Yalova / 17'sinde Ağustos’un, sonra, 12'sinde Kasım’ın / Dipten bir uğultu koptu / Bir çığlık yükseldi topraktan / Saniyelere sığdı on binlerce ölüm / Sonra çığlıklar ağıtlara, ağıtlar çığlıklara karıştı / Ben buradayım, sesimi duyan var mı?”
Gelelim “100 Şarkıda Memleket Tarihi”nde anlattığım ters köşe şarkıya… Bir dönem Sokak Çocuğu Ali adıyla müzik yapan, Erkin Koray’dan bildiğimiz “Çöpçüler”in bestecisi Ali Toprak, “tövbekâr” olduktan sonra yaptığı ilk albümlerden birinde depremi konu etmiş. 1999 yılında yayımlanan albümün adı, “Sevgi ve Barış ve Deprem”. İçinde, “Bırak Kardeş İçkiyi”, “Uyuşturucu Alma”, “Sigarayı Bıraktım”, “Kadın Nasıl Olmalı” gibi şarkılar var... Ali Toprak’a göre depremin müsebbibi, içki ve fuhuş alemine düşmüş gençler. “Tiyatrolu” bir albüm bu ve şuh kahkahalarla örülü bir mizansenle açılıyor: “Haydi bakalım arkadaşlar, çılgınlar gibi dans edelim, eğlenelim, şampanyaları patlatıp içelim. Bu dünyaya bir daha gelmeyeceğiz...” İlerleyen dakikalarda, alt kattaki komşu, müzikten rahatsız olarak gençleri uyarıyor: “Sizler depremden hiç ibret almamışsınız galiba. On binlerce kardeşlerimiz deprem felaketiyle enkazların altında can çekişirken, siz burada içki içip dans edip çılgınlar gibi eğleniyorsunuz. Siz ne kadar duygusuz, taş kalpli insanlarsınız böyle!” Aldığı cevap şu: “Bize ne depremden be! Bizim burada deprem olmadı ki, anladın mı...” Komşu, “Deprem” isimli eseri dinletmeden hemen önce öğüdünü veriyor ve bu sözüyle mizansendeki gençleri şaşkına çeviriyor: “Depremin ilahi bir ikaz olduğunu düşünmemiz lazım.”
İktidar da aynı şeyi düşünüyor. Oysa ileriye yönelik adımlar atmak, önlem almak, vatandaşlara bu önlemleri anlatmak ve daha önemlisi, deprem esnasında ve sonrasında neler yapılması gerektiğini uygulamalarla akıllara kazımak gerekiyor. Hepimiz bireysel olarak önlemimizi alabiliriz elbette ama bunu ne kadar yaptığımız tartışılır. Yazının sonuna doğru ilerlerken, çuvaldızı kendime de batırarak şu soruyu yeniden sorayım: Depreme hazırlıklı mıyız?
2014 yılında yazdığım yazıyı şu cümleyle bitirmiştim: Şarkılar her derde deva ancak böylesi felaketlerde onlar bile yetmeyebiliyor. Ona, şunu ekleyebilirim: Şarkılar, türküler ve ağıtlar, olayları ve yaşanan acıları unutmamamızı sağlıyor ama keşke (bilhassa depremlerden sonra) ağıt yakmak durumunda kalmasak…