‘80’li yıllar, Türkiye’nin karanlık yılları. Tarihimiz
karanlıklarla, acılarla dolu aslında ama bu dönemi diğerlerinden
ayıran, izlerinin hâlâ sürüyor oluşu. Memleket bir daha
toparlanamadıysa, bunda, 12 Eylül 1980’de yaptıkları darbeyle
yönetime el koyan Kenan Evren ve arkadaşlarının payı büyük. İçinde
bulunduğumuz dönemi hazırlayan da onlar: Çıkardıkları yasalar ve
art arda yaptıkları, kötülüğün içten içe palazlanmasına sebep oldu.
12 Eylül’ün 22. yılında iktidara gelen AKP, bugün, o dönemde
çıkartılan yasaların koruyuculuğunda ilerliyor, darbeyi
yargıladıklarını söyledikleri hâlde başta YÖK, darbenin
kurumlarından medet umuyor. Bu, şüphesiz ayrı bir yazının konusu.
Geçtiğimiz hafta yazdığım yazıyı “Bugün, aslında dünde gizli,”
cümlesiyle bitirmiştim; tefsiri özetle bu.
Beş hafta önce yazmaya başladığım “Kısa Türkiye Tarihi”nin bu
bölümünde ‘80’li yıllarda kurulan toplulukları anlatacak, Yeni
Türkü’den Ezginin Günlüğü’ne, Mozaik’ten Bulutsuzluk Özlemi’ne
uzanacak, rock’un yeniden uyanışından söz edecek, o dönemde “özgün
müzik” olarak anılan türün ortaya çıkışını anlatacaktım. Bunları
anlatırken gözden kaçırmamamız gereken Ahmet Kaya ve Grup Yorum’dan
da söz etme niyetindeydim. Bunu önümüzdeki hafta yapacağım çünkü bu
hafta, bugün ölümünün 35. yılında andığımız Ruhi Su’yu ve 12
Eylül’ün ona yaptıklarını anlatma niyetindeyim. Bunu, “Kısa Türkiye
Tarihi”ne açılmış bir parantez olarak değerlendirebilirsiniz. Öyle
bir parantez ki her koşulda açılması, her fırsatta yeniden yeniden
anlatılması gerekiyor. Bunun için, yıllar önce yazdığım iki yazıdan
da yararlanacağım. Okuyacağınız, “yeni” bir yazı ama yazık ki
anlatacaklarım yeni değil. 12 Eylül yönetiminin başarısı tarihi
değiştirmek, yaşananları unutturmak olmuştu. Ben, elimden
geldiğince hatırlatmaya çalışıyorum. Bugünkü tekrar, biraz da bu
sebeple.
RUHİ SU'NUN HAYATINI ÖZETLEME DENEMESİ
Ruhi Su, büyük kayıplarımızdan. 20 Eylül 1985’te, devlet ona
pasaport vermediği için öldü. Bir anlamda darbeciler tarafından
öldürüldü. 1973’te Şili’de cuntanın Victor Jara’ya yaptığı gibi
herkesin gözü önünde öldürülmedi belki ama yapılanın bundan farkı
yok. Bilakis daha da sinsice. Birazdan hikâyeyi ayrıntılarıyla
anlatacağım ama öncesinde, Ruhi Su’nun hayatını kısaca özetleyeyim:
1912’de Van’da doğan, ailesini Ermeni tehciri sırasında kaybeden,
Adana’da Öksüzler Yurdu’nda yetişen, Ankara Devlet
Konservatuarı’nda eğitim gören, 1942’den itibaren pek çok operada
rol alan, Ankara Radyosu’nda Batılı şan tekniğiyle yorumladığı halk
ezgileriyle ünlenen bir isim, Ruhi Su. Yolunu, söylediği bu
türküler çizdi. Radyo mesaisi kısa sürdü ama önce sahnelerde, sonra
art arda yaptığı plaklarda söylediği türküler, ‘60’lı yıllarda
yeşeren sol hareketlerin müzik alanındaki işaret fişeği oldu. Yunus
Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Dadaloğlu gibi
ozanların nefesini bugüne taşırken Nâzım Hikmet’ten Orhan Veli’ye,
Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan Halim Şefik Güzelson’a çağdaşı şairlerin
şiirlerinden yaptığı bestelerle farklı bir hat açtı.
Elinden tutarak onu bu dünyaya hazırlayan, yetiştirme yurdundaki
müzik öğretmeni Mehmet Tahir. Ondan aldığı keman, ilk enstrümanı.
Müzik öyle bir etki yapmış ki, dönemin savunma bakanı Recep
Peker’in tebliğiyle Kuleli Askeri Lisesi’ne gönderilen küçük Ruhi,
bu okuldan kaçarak Ankara Musiki Muallim Mektebi’ne girmiş.
Sonrası, Ankara Devlet Konservatuarı. 1943’ten itibaren iki yıl,
Ankara Radyosu’nda (on beş günde bir pazar sabahları 10’da
yayımlanan) “Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor” adlı programı
yapan sanatçı, ilk türkü resitalini Ankara Halkevi’nde vermiş,
öcesinde korolar kurmuş. 1936’da, Musiki Muallim Mektebi’nde
kurduğu koro önemli: Ahmet Adnan Saygun’un himayesinde Ses ve Tel
Birliği Korosu’na evrilen koro bu. 1944’te DTCF bünyesinde
oluşturduğu koro, sonrasında evleneceği Sıdıka Umut’la tanıştığı
oluşum.
Türküleri, aldığı Batı müziği eğitiminin etkisiyle yorumlayan,
“yöreselden ulusala, ulusaldan evrensele” şiariyla çalışan ve
İstanbul Türkçesiyle seslendirmeyi tercih eden Ruhi Su, aksandan ve
yerel ağızlardan ısrarla kaçındı; onları “anlaşılır” kıldı. 1975
sonlarında kurduğu Dostlar Korosu ile çoksesli denemeler de yapan
sanatçı, sorasında Timur Selçuk, Cenan Akın, Sarper Özsan, Emin
İgüs gibi önemli müzisyenlerin katkılarıyla bugünlere gelen koroyu
en büyük mirası olarak bize bıraktı. Sadece bu değil: Sağlığında
İmece etiketiyle yayımlanan on bir albüm ve on altı 45’lik plak,
sonrasında Sıdıka Su tarafından derlenen [değişik zamanlarda
(konser salonlarından dost meclislerine) farklı mekânlarda
kaydedilmiş makara bantlarda kalmış] türküler ve bantlarda
yayımlanmayı bekleyen nice kayıt… ‘90’lı yıllarda Nepa tarafından
yenilenen bu külliyat bugün Ada Müzik tarafından yayımlanıyor.
ÖLÜMÜ, CENAZESİ, SONRASI...
Ruhi Su, bundan 35 yıl önce, 20 Eylül 1985’te aramızdan ayrıldı.
21 Eylül 1985 tarihli Milliyet gazetesinde “Halk türkülerinin
ustasını yitirdik,” başlığıyla yayımlanan haberin devamında şu
cümlelere rastlıyoruz: “Türk Halk Müziği yorumcusu büyük usta,
Devlet Operası eski sanatçısı basbariton Ruhi Su, 73 yaşında dün
sabaha karşı İstanbul’da öldü. Ruhi Su, bir süre önce kaldırıldığı
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde ameliyat edilmişti. Tanınmış
sanatçı, gösterilen tüm ihtimama rağmen kurtarılamayarak, hayatını
kaybetti.” Cunta gazetelere baskı yapıyordu; haber, bu yüzden ilk
sayfada verilemedi. Devlet, Ruhi Su’nun cenzesini de engellemeye
kalktı. Buna rağmen binlerce kişi onu uğurlamak için buluştu. 12
Eylül’den sonra düzenlenen ilk kitlesel eylemdi bu. Asker cenazeye
katılan kalabalığa saldırdı, 163 kişi gözaltına alındı. Ruhi Su,
mezarında da rahat bırakılmadı. Zincirlikuyu’daki mezarı defalarca
kurşunlandı. Ekim 1997’de yayımlanan 12 numaralı Roll’a konuk olan
Sıdıka Su, olanları şöyle anlatıyor: “Ruhi’nin bu ülkede rahat
dolaştığı hiçbir zaman görülmemiştir. Derlemelerini hep büyük
şehirlerdeki göçmen gecekondu halkından yaptı. Ona böyle baskı
yapılmasının nedeni komünizm düşmanlığıydı. Bugün yaşasaydı gene
aynı eziyeti çekerdi. (…) TRT’de hâlâ Ruhi Su yasak. On senedir her
yıl anıt mezarını kırıyorlar. Değiştiriyoruz, bu sefer ateş
ediyorlar. Düşünebiliyor musunuz, dört bir yanından mezarı kurşun
yağmuruna tutmuşlar…”
Ruhi Su ve onun izinden gidenler, bu memlekette hep baskı gördü.
Baskılar sürüyor. Sıdıka Su’nun söylediklerinde bugün de değişen
bir şey yok: TRT’de hâlâ Ruhi Su yasak. Bu yasak, belli
programlarda göstermelik olarak deliniyor belki ama o kadar.
Bu noktada, altı yıl önce (21 Eylül 2014’te) BirGün Pazar’da
yayımlanan “Eylül acısı: Bir pasaport alamama hikayesi...” başlıklı
yazımı devreye sokmak isterim. Anlatılan, gerçek bir hikâye.
Sinsice, düşmanca tavır alan cunta, Ruhi Su’ya pasaport vermemek
için tuhaf bahaneler öne sürmüş. Sıdıka Su, Cumhuriyet’in eki
olarak verilen Siyaset 85’in 24 Kasım 1985 tarihli nüshasında
şunları söylüyor: “1977’de (bütün engeller aşılarak) alabildiği
pasaportuyla yurt dışında konserler verebilmek olanağına kavuştu
Ruhi Su. 12 Eylül’den sonra da çıktı yurt dışına. (…) Türkiye’ye
dönüşünde pasaportunun dolan süresini uzatmak için 2 Kasım 1981’de
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün ilgili şubesine başvurdu Ruhi Su.
Ben ise 23 Nisan 1981’de başvurmuştum pasaport almak için. Bana,
ilk kez pasaport verileceği için evraklarımın İçişleri Bakanlığı’na
gönderildiği ve beklemem gerektiği söylenmişti. Ruhi Su’ya da
ikinci bir emre kadar beklemesi. Bu bekleme nedense hiç bitmedi. Bu
süre içinde Ruhi Su yurt dışından gelen konser çağrılarını ya
yanıtlamadı ya da reddetti. Ama başka bir gelişme pasaport konusunu
gündeme getirmekte gecikmedi: Ruhi Su hastaydı.”
RUHİ SU'YA NASIL PASAPORT VERİLMEDİ?
Dönemin güçlü dergisi Nokta, 15-21 Ekim 1984 tarihli sayısında
“pasaport alamayanlar”ı haberleştirdi. Ruhi Su’dan yola çıkmıştı.
Bu haber konuşulmaya başlayınca, devlet yetkilileri, “başvurusu
bulunmadığı için pasaport verilmedi” açıklaması yaptı. Sıdıka Su’yu
dinlemeye devam edelim: “Ruhi Su’ya prostat kanseri teşhisi
konmuştu. Kendisine hiçbir zaman söylenmeyecek olan bu kötü haber
hızla yayıldı. Ama pasaport olayında herhangi bir gelişme yoktu.
(…) Yanıt hep aynıydı: Bir süre beklemesi gerekmekteydi. (…) Yurt
dışından çeşitli başvuruların yapıldığı, Kültür Bakanlığı’na dört
yüzü aşkın müzisyenin imzaladığı bir mektup gönderildiği, Ruhi
Su’ya pasaport verilmesi için aracılık yapılmasının istendiği
haberleri dolaşmaktaydı. (…) 6 Nisan 1985 tarihli Cumhuriyet’te yer
alan bir haberden, (…) altı Alman sanatçının Kültür Bakanlığı’na
baş vurduğunu öğrendi kamuoyu. Heinrich Böll, Wolf Bierman,
Ingeborg Drewitz, Günther Grass, Siegfried Lenz, Günther Wallraff
imzalı mektupta Ruhi Su’nun yurt dışında tedavi edilebilmesi için
pasaport verilmesine aracı olması isteniyordu Kültür
Bakanlığı’ndan. Aynı sanatçılar Ruhi Su’ya da bir mektup
göndermişlerdi.”
Çabalar işe yaramadı. Gazeteler olayın peşini bırakmadı, Mustafa
Ekmekçi, Uğur Mumcu gibi isimler ortak tanıdıklarını araya sokarak
devletin önemli kişilerinden ricacı oldu ancak hep bir engel çıktı.
Son “engel”, 1985 baharında bildirildi: Sıdıka Su’nun 1981’de
yaptığı başvuru “incelenmiş”, pasaport çıkartılmış ancak
“alınmadığı için arşive kaldırılmış”tı. Ruhi Su’nun başvurusu ise
“bulunamıyor”du. Hızla yeni bir başvuru yapıldı, 14 Haziran 1985
tarihinde, 11022 sayılı yazıyla, sanatçının “bir defaya mahsus
olarak yurt dışına giriş ve çıkışına” izin verildi. Ruhi Su, Sıdıka
Su’nun deyimiyle, “sağlığı yurt dışına çıkamayacak ölçüde
kötüleştiği için” bu pasaportu hiçbir zaman kullanamadı.
Yukarıda da söyledim, gazeteler, Ruhi Su’nun ölüm haberini iç
sayfalarda verdi. Biri hariç: İlk sayfadan büyük bir fotoğrafla
haberi “gören” Cumhuriyet’in ikinci sayfasında, iki küçük ilan göze
çarpıyordu. Sıdıka Su – Ilgın Su imzasıyla yayınlanan, çok sadeydi:
“20.09.1985 / Ruhi Su aramızdan ayrıldı.” Diğer ilan,
“dostları”ndan bir çağrıydı: “Ruhi Su’yu çiçeklerle sevgilerle
uğurlayacağız. O’nu 22 Eylül 1985 Pazar günü öğle namazından sonra
Şişli Camii’nden alıp, Zincirlikuyu Kabristanı’na
defnedeceğiz.”
Aynı gün, Milliyet, kimi sanatçılara Ruhi Su’yu sormuştu. Vedat
Günyol, “Çok üzüldüm. Canım kadar sevdiğim bir adamdı. Çok yakın
dostumdu. Türküleriyle günü açan bir dosttu” derken, onunla
çalışmış, onun ileri görüşlülüğünü ve terbiyesini sahnesine taşımış
olan Timur Selçuk şunları söylüyordu: “Ruhi Su’nun dünya görüşü ve
sanatı, birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Halk türkülerimizin
çağdaş bir biçimde yorumlanması ve derlenmesi konusunda bir ömür
boyu verilen emek, hepimize örnektir. Bundan böyle anısı ve
eserleri, bizlerle beraber olacak. Başımız sağ olsun.” Aynı sayfada
görüşleri sorulan müzik eleştirmeni Faruk Yener, Ruhi Su’nun
“sanatı”na farklı bir yerden bakmayı tercih etmişti: “Türk sanat
yaşamı, yarattığı özgün üslupla, inandığı doğrultuyla seçkinleşen
değerli bir müzik adamını yitirdi. Operadan kaynaklanan köklü
bilgisini, halkın geleneksel folkloruyla özdeşleştirmeye yönelik
çabası ilgiyle karşılanmış, bu yürekli sentez, daima söz konusu
edilen ilginç sonuçlar getirmiştir. Opera tarihimizdeki yeri ve bu
çabaları, Ruhi Su’nun unutulmaması için yeterli sayılacaktır
inancındayım.”
FİKRET KIZILOK, RUHİ SU'YU ANLATIYOR
22 Eylül 2001’de aramızdan ayrılan Fikret Kızılok, Ruhi Su’dan
etkilenen isimlerden. Sanatçı, 12 Eylül’ün karanlığını dağıtan
dergilerden Yeni Gündem’in 18 Ekim-1 Kasım 1985 tarihli sayısına
konuk olmuş, “Kişiliğiyle, türküsüyle bir bütündü” başlıklı bir
yazıda Ruhi Su’yu anlatmış:
“Ruhi Su, müzik ötesinde başka şeylere sahip bir insandı: Sağlam
bir karakter, satılmazlık, menfaatler ne olursa olsun yön
değiştirmemek, aynı yolda devam etmek. Bunlar bizim için bir
örnekti. (…) Ruhi Su denince insanın aklına yalnız müzik gelmemeli.
(…) Ruhi Su sesli türkülerde Anadolu’nun beraberliğini birliğini,
Muzaffer Sarısözen ekolünden çok daha iyi başaran bir kişi. (…)
Bunu TRT otuz senedir yapmaya çalışıp beceremiyor. Büyük ve geniş
bir ses, bas bariton bir ses; söyleyiş yalnızca bas baritonlukla
kalmıyor, buna daha sonra yürek katılıyor. Karakter icabı direnen
bir kişiliği var, hepsi sesinde birleşiyor. (…) Ruhi Su’nun
besteleri de vardı; fakat o çok mütevazı kişiliğiyle, onları ön
plana çıkarmak istemedi, çıkarması gerekirdi. Fakat tuttuğu yol
öyle bir yoldu ki, Anadolu’nun bağrından çıkan türküleri önce bir
bitireyim, sonra belki kendime dönerim diye başladı ama kendine
dönemedi, icracı ve yorumcu olarak kaldı.”
Kızılok yazının bir yerinde “Burada bir önemli nokta var; müzik
müzik olarak mı kalmalı, yoksa bir işlevi olmalı mı?” sorusunu
soruyor ve buna “Müziğin mutlaka bir işlevi olmalı,” diyerek cevap
veriyor. Yine de şerhini koyuyor: “Ama şarkı yapıyorsunuz, şarkı
güzel şeylerden bahsediyor, toplumsal şeylerden bahsediyor, sonra
bu şarkıyı satmaya başlıyorsunuz. Buna ben sol pazar adını
veriyorum, bu duyguları içeren insanlar kendilerine hitap edecek
şarkıları bekliyorlar, bunlarla büyüyorlar. Bunu sezen, bu
kurnazlığı yapan insanlar var Türkiye’de, bunu pazarlayan insanlar
var. Ruhi Su, öyle bir insan değildi, kişiliği, türküsü bir
bütündü.”
Bunun üzerine ne söylenebilir ki? Yine de bir son sözle bu
parantezi kapatayım ve bu yazıyı “Kısa Türkiye Tarihi”nin zeyli
olarak diziye ekleyeyim. Başta söylemiştim, bu “yeni” bir yazı
olmakla birlikte anlattıklarım yeni değil. Çok uzağa gitmeye gerek
yok: Geçtiğimiz yıl 22 Eylül’de bu köşede “İki ustaya saygı: Ruhi
Su ve Fikret Kızılok” başlıklı bir yazı yayımlamış, onda da
aşağı yukarı burada anlattıklarımı anlatmıştım. Her yıl tam da bu
vakitlerde farklı mecralarda (kimi zaman aynı cümlelerle) Ruhi
Su’yu anlatmam tesadüf değil. Unutmamak, unutturmamak için bunu
yapmak gerekiyor. Adını yaşatmak, öğretisini, sesini, sazını ve
türkülerini gelecek kuşaklara aktarmak boynumuzun borcu. Sesini
kısmaya çalışanlara, türkülerinin kaydedildiği plakları ve
kasetleri yasaklayanlara inat hep bir ağızdan söylediğimiz,
söyleyeceğimiz türkülerle bunu başaracağız.