Kısmet Bakkaliye’de ticaret bahane, çocukluk şahaneydi…
Biz takılmıyorduk Kısmet Bakkaliyesi’nin önüne. İradi olarak orada olmayı seçmiştik. Takılmak, iradesizliğe, oryantasyonsuzluğa ve elbette sıkıntıya işaret eder. Bunları çağrıştırır. Biz sıkılmıyorduk. O zamanlar ticaret sıkıntıya mahal vermezdi. Çünkü bütün bir mahallelinin sosyal hayatının özeti, temsili bakkalda geçerdi handiyse. Bakkal, mahalle ilişkilerinin kavşak noktası, bir dayanışma odağı, bir iletişim yerlemiydi 60’lar, 70’lerde.
Burhan Beyamca ve Orhan Abi, ekonominin henüz insaniyetten
arındırılmadığı bir dönemin aktörleriydi. Ticaretin, bir insani
iletişim ortamı, platformu olduğu.
Ailelerimiz, sınıf kavramından bihaber ya da kullanmayı
tercih etmeyen, orta halli diye anılmayı münasip bulan,
bulmuş insanlardan müteşekkildi.
Biz ise bakkalın önündeki çocuklardık. Birçok başka şeyin
önünde, öncesindeydik o zaman.
Malları oyun eden çocuklar. Mallardan oyun eden.
Bolahenk Sokak Kısmet Bakkaliyesi
Benim çocukluğuma denk gelen 1960’lı, hatta 1970’li yıllarda
mahalle çocuklarının kaldırımlarda, sokağın bir köşesinde vakit
geçirmesi durumu için takılmak fiili kullanılmazdı. Biz
takılmıyorduk Kısmet Bakkaliyesi’nin önüne. İradi olarak
orada olmayı seçmiştik. Takılmak, iradesizliğe,
oryantasyonsuzluğa ve elbette sıkıntıya işaret eder. Bunları
çağrıştırır. Biz sıkılmıyorduk. O zamanlar ticaret sıkıntıya mahal
vermezdi. Çünkü bütün bir mahallelinin sosyal hayatının özeti,
temsili bakkalda geçerdi handiyse. Bakkal, mahalle ilişkilerinin
kavşak noktası, bir dayanışma odağı, bir
iletişim yerlemiydi 60’lar, 70’lerde.
Yetişkinlerin gündelik hayatını bir müsamere olarak
seyrederdik biz bakkalın önünde. Orta halli ailelerin
çocukları olmanın tadını çıkarır, bu durumla eğlenirdik.
Taksim Meydanı’nın dibindeki birkaç sokağa sıkışmış, makro
ekonominin tazyikiyle dar gelirlilik ve orta
hallilik (ne menem tariflerse bunlar, ne menem ölçütler)
arasında salınan ailelerin çocukları için bakkal önleri, bizim
idare etmeyi, katık etmeyi öğrendiğimiz ve sonra
oyun ettiğimiz yazlık kamp yerleriydi.
Çünkü bahsettiğim bu sosyal kesim tatili de şehirde geçirir,
günü birlik plaj, deniz kıyısı ziyaretleriyle idare ederdi. Yaz
geldi mi, İstanbul’un tüm banliyöleri sayfiyeye dönüşürdü zaten.
Bugünün artık merkez semtleri o zamanın sayfiye yerleriydi. Ama biz
Beyoğlu çocukları merkeze sıkışmıştık, haftada bir Florya ya da
Caddebostan, Suadiye, Süreyyapaşa yolculuğu ile yetinir, idare
ederdik. Deniz keyfini katık etmeyi öğrenmiş, esas kamp
yerimizin bakkalın önü olduğunu bilirdik.
Gemi azıyı almamış bir ekonominin, halkı henüz mutlak kontrolü
altına almadığı bir dönemden bahsediyorum burada. Henüz idare
edebildiğimiz yani. Hayatımızı ekonomi karşısında idare
edebildiğimiz. Vitrindeki iştah açıcı her malı mütevazı
hayatlarımıza katık edebildiğimiz.
Mutluluğunu, tatminini piyasaya teslim etmiş tüketim toplumu
aileleri değildi bizimkiler. Büyüklerin memur, işçi maaşları hayatı
idame ettirmeye yeterdi, mutlak yoksulluğa savrulmamış, idare eden
orta halli ailelerdik. İdare eden, irade sahibi hâlâ. Tüketim
toplumu değil, illa bir isim verilecekse katık
toplumuyduk.
Bolahenk Sokak
Gümüşsuyu, Bolahenk sokaktaki Kısmet Bakkaliyesi, Burhan A.
tarafından 57 yıl önce açıldı. Burhan Beyamca ve ailesinin kökeni
güzelim Yugoslavya’nın, Tetova şehrindeydi.
Havalar ısınır ısınmaz, biz Bolahenk çocukları da, sabah sabah
kızlık erkekli, Kısmet Bakkaliyesi’nin önüne sökün etmeye başlardık
hemen.
Az önce malı oyun etmekten, ettiğimizden bahsetmiştim
ya, her dönem bir başka malla denediğimiz bu işi, ilk kola ile
yaptığımızı hatırlıyorum. Hepimiz hemen birer kola alırdık
dolaptan, bir yerde çivimiz olurdu. Bir taşla çiviye vura vura
kolanın kapağında bir delik açar, ondan sonra da kolayı saatlerce,
hamam suyu gibi ısınmışken hâlâ, damla damla içer, idare ederdik.
Kolayı idare eder, damla damla katık ederdik oyunlarımıza,
sohbetlerimize. Tüketimle, malın dayattığı tüketme biçimiyle
dalgamızı geçerdik.
Japonların hediye kültürünü
benimsemişçesine, yani hediyeden çok ambalajına önem
verircesine, mazruftan çok zarfla ilgiliydik, şişeyi açmakla,
bizim durumumuzdaysa delmekle, şişeyle ne yaptığımızla. İçeceğin
tarif edilmiş tüketiminden değil içme eylemini uzattıkça
uzatmaktan keyif alıyorduk. Şişeyi elimizde tutmaktan. Arada
bir ağzımızı tatlandırmaktan.
Amerikan filmlerinde gördüğümüz ve özendiğimiz karton meşrubat
kutusunu ilk üçgen prizma kutuda piyasaya sürülen bir meyve suyu
markası ile elimize aldık. Neyse, nostalji girince işin içine,
reklam değeri çoktan geçmiş oluyor marka adı anmamın, şaşırır da
eklersem bir yerde malın markasını, reklamdan saymayın. İşte bu
üçgen prizma karton meyve suyu kutularıyla durum iyice değişti,
daha da Japonlaştı. Artık o enfes meyve nektarının önemi hiç
kalmamıştı, plastik pipetten bir iki solukta çeker bitirir sıvıyı,
güreşin bütün keyfinin tek bir göğüs göğüse çarpışma ve rakibi
düşürme anına sıkıştığı, sıkıştırıldığı Japon güreş sporundaki
gibi, malın bütün keyfini içme sürecinden değil delikli yüzü alta
gelecek şekilde yere koyup üstüne basarak patlattığımız karton
kutunun infilak sesinden çıkarırdık.
Yine malın kullanım değerinden vazgeçmiş, malın tüketim
artığından anlık, tonal, estetik, yeni bir değer
üretmiştik.
Daha ne dejenerasyonlar, estetizasyonlar geçirdi yeni mallar
ellerimizde…
Pötibör bisküviler arasına beleş beyaz peynir kırıntıları
sıkıştırılarak elde edilen tatlı tuzlu çelişkisi, yoğurda
kraker ufalayarak üretilen yumuşaklık ile pütürlü sertlik
çelişkisi, gazozun içine atılan sarı leblebi ile ulaşılan
sıvı ile katının çelişkisi, böyle böyle ticaretin orta
yerinde eğlencenin dibine vurmak… Çelişkiden tat almak…
Çelişki, çelişki, çelişki… Bir sınıf çelişkisini bilmezdik
ama… Öğrenmemiştik daha… İşlermiş meğer bir yerde, her yerde…
Yetişkinler biliyor olmalıydı, terminolojisine vakıf olmayanlar
da hissetmiş olmalı etinde, kemiğinde sınıf çelişkisini… Babam, her
akşam dolabından küçük bir defter çıkarır, o günün harcamalarını
not ederdi. Annem, mutfak masrafını denkleştirmek için dans ustası
ayakları üzerinde bin bir manevra yapardı da bizim yanımızda renk
vermezlerdi.
Çünkü darboğazları bizden gizlemeye el verirdi o dönemin
yerel, mahalli iktisadi ilişkileri.
Onlar için de zaten bakkala gitmek,
bakkala gelmek sadece alışveriş değildi. Daha doğrusu alışverişti
de, birkaç şekilde… Haber alış, haber veriş, yeni dostlar ediniş,
yeni tanışlara selam veriş, selam alış, komşuluğu ilerletiş, keyif
veriş. Bazen malı alış, parayı verişi bahane ediş… Her halükârda
keyifli bir alışveriş…
Adeta bir otel rezervasyon masasının ardı gibi anahtarlar asılı
olurdu Burhan Beyamca’nın arkasında. Mahalleliler anahtarlarını
diğer aile fertlerinin alabilmesi için bakkala teslim ederlerdi bir
yere giderken... Acil para gerektiğinde bir sebepten, yine Burhan
Beyamca’ya koşardı anlık dara düşenler. Maaş günleri Burhan
Beyamca’nın kabarık veresiye defteri bütün gün açılır, kapanırdı.
Ama kimse sıkıştırılmazdı Kısmet Bakkaliyesi’nde ödeme gecikti
diye. Paraya sıkışanlar için bile ferah, geniş bir yerdi Kısmet
Bakkaliyesi. Burhan Beyamca’nın terazisi hassastı. Arnavut
efendiliği ve zarafeti ile davranırdı. Ölçülü ve kibar. Bize karşı
ise pamuksu, sevecen. Kedilere de… Ama o eve gidip de, oğlu Orhan
Abi geçti mi tezgâha, sarı pirinç kefeli kırmızı döküm terazi,
bizim elimizde olurdu bateri. Rock ‘n’ roll, yeah…
Kimler gelir, kimler geçerdi Kısmet
Bakkaliyesi’nden. Heterojen bir mahalleli topluluğunun mensupları,
farklı yaşam tarzları, sosyoloji, milliyet, dil farklarına rağmen,
o dükkandaki alışveriş esnasında mahallelilik ideolojisini yeniden
üretirdi.
70’lerde mahallenin sakinlerinden ve Kısmet Bakkaliyesi’nin
müşterisi (ziyaretçisi) olan, bir Fransız otomobil fabrikasında
mühendis Andre, Fransa’ya döndükten yıllar sonra geçenlerde yine
ziyaret etmiş Orhan Abi’yi dükkânda. Avusturya Lisesi’nden
hocalarım Margrete Wundsam ve Anna Felgetscher, yerel sebze pişirme
tekniklerini Kısmet Bakkaliyesi’nde öğrenirlerdi. Bazen sepet
sarkıtmayı da öğrenmişlerdi elbet. Galatasaray Lisesi’nde hoca olan
Fransız’ın karısı Koreli kadın (isimlerini unuttum) annem ve diğer
komşu kadınları evine Kore yemekleri yemeye Kısmet Bakalliyesi’nde
davet etmişti. Yaşar Kemal de alışveriş yapardı Burhan Beyamca’dan.
Mehmet Güleryüz tam karşı binada oturuyordu. O sepet sarkıtırdı.
Annem, “Burhan Bey, bir ekmek ama yüzünde beni olsun” derdi
susamları kastederek. Ekmek, neşeyle alınır, götürülürdü eve Kısmet
Bakkaliyesi’nden.
Nostalji değil bu yaptığım ya da belki payı vardır nostaljinin
Kısmet Bakkaliyesi’ni hatırlayışımda ama esas bahsettiğim nostalji
değil burada, sosyoloji, ekonomi, bir başka, farklı ekonomi… Hâlâ
insaniyete, hâlâ dayanışmaya, hâlâ anlayışa el veren, yer açan
mütevazı bir ekonomiyi işletme durumu, ticari yaklaşım… Burhan
Beyamca, çoğumuzun çocukluğundan hatırladığı diğer bakkal amcalar
da, yani onların da çoğu ekonomiyi insanileştirici bir işlev
görürdü.
Ben, Ziya, Ali, Şeyda, Şehnaz, Zerrin, Kevser çekirdeğiydik
bakkal önü çocuklarının Bolahenk sokakta. Ama çekirdek büyüdü sık
sık. Hidayet mesela, Ayşe, Birol, Murat katıldı.
Birol, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin hemen ardından asker
kaçağıyken vuruldu. Sonra ciğerlerinden hastalandı, öldü.
Murat birkaç yıl önce hastalandı, öldü.
Burhan Beyamca, 1983’te öldüğünden beri Orhan Abi Kısmet
Bakkaliyesi’nin başında.
İlk 1966 yılında indim ben bakkalın önüne.
Hâlâ yolum oralara düştüğünde oturur, bir gazoz içer, çeyrek
ekmek eski kaşar yerim dükkânın önünde, sohbet ederim Orhan
Abi’yle.