Tsundoku sözünü son zamanlarda çok duyar olduk. Okumadığı/okumayacağı halde kitap satın alma hastalığı gibi bir duruma işaret ediyor mealen. Ama Tsundoku meselesine başka bir taraftan da bakalım. Kitaplarla çevrelenmiş bir mekansal düzende yaşamaktan keyif almak yabana atılası bir şey değil. Bundan sonra hiç kitap satın almasa, ölene kadar okuyup bitiremeyeceği kadar kitabı olan birçok insan var.
Bugün Ankara Kitap Fuarı'nın 12'incisi başlıyor. Çocukluğumun İzmir fuarlarından sonra en sevdiklerim kitap fuarlarıdır. Fuarı vesile edip, çok satanlar ve okuma alışkanlıklarımız hakkında bir iki kelam edeyim dedim.
Geçen yıl, hafta sonuna denk getirerek yaptığım fuar ziyaretlerimden birinde, kapıdan girer girmez "Büşra, Büşra" diye haykıran, gözyaşı döken bir grup ergen karşılamıştı beni. Yaşım gereği iyi bir popüler müzik dinleyicisi olmadığımdan, Büşra'yı bir pop yıldız sanmış ve fuarda ne aradığını sorgulamıştım. Yayıncı arkadaşlar hemen beni bir kenara çekip, "Cahil cahil konuşma!" dediler. Söz konusu Büşra'nın, nam-ı diğer Büşi'nin, yirmili yaşlarının başında, bir ayda 100 bin satan bir yazar olduğunu tane tane anlattılar. Düzce'de yaşıyor ve üniversitede okuyormuş. Şaşkınlık içinde onları dinlerken, bir yandan da uzayan imza kuyruğunda ayılıp bayılanları, gözyaşı dökenleri ve sıra kavgasına tutuşanları takip ediyordum.
İlerleyen günlerde, algıda seçicilikten olsa gerek, kitap tanıtan vloglarda, büyük kitapçıların önü kalabalık best seller raflarında en çok onun kitabı 4 N 1 K ile karşılaştım. Dört kız arkadaşın arayışları üzerine kuruluymuş kitap. Kitap vlogları demişken, bu türün ne kadar yaygınlaştığını da belirtmek isterim. Bir hevesle linke tıklayan heyecanlı okuru en çok Büşra Yılmaz, bize Can Manay karakterini musallat eden Azra Kohen ve muadili yabancı yazarlarla, nadiren de Kürk Mantolu Madonna'nın kolunda arz-ı endam eden Sabahattin Ali, tadımlık Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve lise müfredatının tüm parıltısını söndürdüğü Sait Faik karşılıyor bu videolarda. En son sosyal medyaya da düşen videoda, kitap vlogcusu bir genç kızımız, ısmarladığı Sait Faik kitabının adının Abasıyanık olduğunu duyuyor bizlere. Kızın çok da kabahati yok, kitapların ana fikrini, konusunu, temasını bulun da yazın diye okuma serüvenimizi mundar eden lise müfredatının marifeti işte. En çok gözümüze sokulanı, içselleştirmek yerine ezber etmemiz isteneni belleğimizin en karanlık dehlizine itiyoruz.
***
Tsundoku sözünü son zamanlarda çok duyar olduk. Okumadığı/okumayacağı halde kitap satın alma hastalığı gibi bir duruma işaret ediyor mealen. Tsundoku'ya yakalananlar alıyor da alıyor, evdeki kitap kuleleri yükseliyor, çünkü artık kütüphanelere ve ev mekanının kuytularına sığamıyor kitaplar. Umberto Eco’nun, "Elindekileri okumadığı halde yeni yeni kitaplar almaktan vazgeçmeyen sıradan okur, aldığı kitapları kısa bir süre sonra 'okumuşluk' duygusuyla muhafaza eder. Bu muhafazanın koleksiyonerlikle bir alakası yoktur, çünkü disipline değil yanılsamaya dayalı bir muhafazadır söz konusu olan" biçiminde çevrilen ve sosyal medyada fırdolanan yorumu Tsundoku'yu daha açıklayıcı kılıyor. Evet, dünyayla birlikte Türkiye'de de yayınevi sayısı çoğaldı. Profesyonel çevirmenler, neredeyse filmler gibi kitapların da ülkemizde tüm dünyayla eş zamanlı yayımlanmasını sağlayacak bir disiplin içinde çalışıyorlar. Geçen gün bir kitap dergisindeki röportajda, Dan Brown'ın çevirmeninin, yazarın son kitabı için yurtdışındaki bir merkezde, büyük gizlilik içinde, dünyanın her yerinden gelmiş Brown çevirmenleriyle eş zamanlı olarak çalıştığını okudum. Vay arkadaş!
Yayıncılık işi tek başına kültürel bir faaliyet alanı olmaktan çıkıp çoktan ticarileşti. Artık kitabın nesne olarak parıltısı içeriğini gölgede bırakabiliyor. Yine fuarda sohbet ettiğim çok satan yayınevi çalışanlarından birisi, kitapların kapaklarının, kitaptaki kabartma figürlerin ve içlerine yerleştirilen özel ayraçların bile satışı büyük ölçüde arttırdığını söylüyordu. Fuarların böyle karşılaşmalara, ayak üstü sohbetlere imkan veren yanları da var.
Topraktan fışkırırcasına artan kitap sayısı ve çeşitlenen yayıncılık faaliyetini, her şeye rağmen memnuniyetle izlerken kendi çocukluğumun ve gençliğimin kurak kültürel iklimini düşündüm. Çoğunlukla seçerek değil, elimize ne geçerse okuduğumuz o yıllarda bir yazara hayran olma, onun külliyatını hatmetme, iyi yazarı kötü yazardan, iyi çeviriyi kötü çeviriden, iyi baskıyı kötü baskıdan ayırma şansımız da yoktu. Politik meşrebine göre kitap basan yayınevlerinin sunduklarıyla yetinirdik.
Hasan Ali Yücel'in Kırklar'da kurduğu, Sabahattin Eyüboğlu, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Sabahattin Ali, Vedat Günyol'lu Maarif'in Tercüme Bürosu'ndan beri hatırı sayılır bir çeviri geleneğimiz vardı neyse ki. Özellikle klasikleri bizim için yeniden yazmıştı saydığım ve sayamadığım isimler. Bu ekibin hep birlikte gülüşüp hırlaşarak çalıştığı Posta Caddesi'ndeki binanın önünden her geçişimde bize dünyanın kapılarını açtıkları için onları hayırla yad ederim. Milli Eğitim Bakanlığı yıllarca çok kıymetli tercüme ve telif kitaplar yayınladı. Kültür Bakanlığı da öyle. Varlık, İnkılap ve Aka, Yazko, Çağdaş, Cem, Remzi, Altın Kitaplar, Bilgi, Onur, Sol, Milliyet ve Gerçek yayınevleri ve niceleri yetmişler ve seksenler'in okur-yazar kuşaklarını yetiştirdi. Ama bir kitapçıya girdiğimizde şimdiki gibi nereye bakacağımızı, hangisinden başlayacağımızı şaşırdığımız olmazdı.
Yayınevi ve kitap sayısının artmaya başladığı seksenlerde Ankara'da Dost Kitabevi çok popülerdi. Taksitle alışveriş yapabilirdiniz oradan. Ama bunun için memur veya kefil bulabilmiş belli yaş üstü bir öğrenci olmalıydınız. Üniversitedeyken kendisi de öğrenci olan kuzenimi kefil yaparak esriklikle yaptığım ilk Dost Kitabevi alışverişimi hâlâ hatırlarım. İlk aldığım kitabı da: Tersi ve Yüzü, Albert Camus. Bir Tahsin Yücel çevirisiydi.
Buradan tekrar Tsundoku mevzuuna geliyorum. Eco'nun söylediklerinde doğruluk payı var. Artık karikatürize hale gelmiş olan, kapaklarının renkleri mobilyalarla uyumlu kitapları seçen tüketici okur profili kadar olmasa da, kitap satın almayı da tüketim kültürünün parçası olarak gören, kitapları da meta fetişizmine kurban eden bir kitle var. Onlar zaten her satın aldıkları metaya bu saikle yaklaşıyorlar. Yaşı tutanlar hatırlar: Bir dönem gazetelerin fasiküller halinde dağıttığı ansiklopediler, yine dönemin modası olan camekanlı, "gümüşlük" ya da "vitrin" denen salon mobilyalarında muhafaza ediliyordu. Bu ciltlerin toz tutmuş sayfalarını arada bir açıp bakanlar sadece meraklı çocuklar veya yasak, ayıp, günah sayılan mevzulara dair malumat edinme hevesinde olanlardı. Henüz Google vb. ortada yokken daha sık başvurulması beklenen ansiklopedilerin yakın çevremden ilgi görmüş olduğunu hiç hatırlamıyorum.
Ama Tsundoku meselesine başka bir taraftan da bakalım. Kitaplarla çevrelenmiş bir mekansal düzende yaşamaktan keyif almak yabana atılası bir şey değil. Bundan sonra hiç kitap satın almasa, ölene kadar okuyup bitiremeyeceği kadar kitabı olan birçok insan var. Ben dahil. Fakat sevdiğimiz bir yazarın merakla beklediğimiz kitabı çevrildiğinde yahut sitayişle bahsedilen yeni bir yazar yayın dünyasına girdiğinde, "evde okunmayı bekleyen dünya kadar kitap var yahu!" diyerek çıkabilir miyiz kitapçıdan? Eğer okumadan duramıyorsak, alabilecek ekonomik gücümüz de varsa, hele de okuduklarımızı başkalarıyla da paylaşıyorsak, zengin ettiğimiz piyasa, yayıncılık piyasası olsun! Bir koltuğa çöküp, etrafa saçılmış kitaplarımızı gözlerimizle okşayalım, kağıt ve mürekkep kokusunu içimize çekelim. Beş parasız öğrencilik günlerimizde içimizde kalan kendi kütüphanemizi kurma hevesimizin kursağımızda kalmadığına şükredelim. Belki bu kadar çok kitap satın almak, kitaplardan kuleler yapmak bizi ölüm düşüncesinden uzaklaştırıyordur.