Hayatımda çok özel bir yeri olan ve birkaç yıl önce sonsuzluğa uğurladığımız sevgili anneanneciğim bana her bayramda mutlaka kitap alırdı. Onu da İzmir’in Mithatpaşa semtinde gittiğimiz küçücük ve sıcacık bir mahalle kitapçısından benim istek ve beğenilerime göre beraber almamıza özen gösterirdi. Ne de olsa çocuğun da bir “söz” hakkı vardı ve okuyacağı kitabı kendi iradesiyle seçmek de bunlardan biriydi.
Çocukluğumu anımsadığımda gözümün ve burnumun önüne kitap yapraklarının artık alamadığım o nostaljik kokusu -hatta buna bibliosmia dendiğini ve mutlulukla yakın ilişkisi olduğunu yıllar sonra öğrenecektim-, salondaki “sığınağımda” yanıma “erzakımı” da alarak sabahtan akşama kadar aralıklı okuduğum kitaplar, Cumartesi günleri annemin mesaisi biter bitmez beraber kol kola Konak’ta gittiğimiz devasa -belki de küçük oluşumdan dolayı gözüme büyük gözükürdü- kitapçı geliyor.
Hatta ilkokulda sınıfımızdaki kitaplıkta hiç kitap olmamasına çok üzülmüştüm de evde okuduğum her kitabı düzenli şekilde kütüphanemize getirip sınıf arkadaşlarımın onları ödünç almaları için hepsini teşvik etmiştim. O yüzden de lakabım tüm ilkokul döneminde “kitap kurdu” idi. Yıllar sonra birçoğuyla yeniden buluştuğumuzda, kendilerine okuma alışkanlığını benim o “meşhur” kitaplık kurma inadımın kazandırdığını itiraf etmişlerdi.
Çocuk parkında yeni arkadaşlıklar kurarken insan “eleme” standardımın “Şeker Portakalı’nı okuyup okumaması” olduğu rivayet olunur.
Oyun oynamak için can attığı tilkiyi evcilleştirmek için sabretmeyi öğrenen, her gün aynı saatte tilkinin uzağına oturan Küçük Prens’le sabrı öğrendiğim yıllardı.
“Aynı saatte gelmen daha iyi olur,” diyordu tilki. “Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez. İnsanın belli alışkanlıkları olmalı...”
İnsanın içinden de şarkı söyleyebileceğini anlatan, “Hiçbir şey beklemiyorum. Böylece hayal kırıklığına uğramıyorum” diyen Şeker Portakalı’nın Zeze’siyle hayal gücüm vites değiştiriyor, empati duygularım gelişiyordu. İnsan ne kadar çok kitap okursa diğerlerinin duygularını da okuyabiliyor, onlarla empati geliştirme yeteneğini güçlendiriyordu.
"Daha çok anlat," dedim.
"Hoşuna gidiyor mu?"
"Çok. Elimden gelse, seninle sekiz yüz elli iki bin kilometre hiç durmadan konuşurdum."
"Bu kadar yola nasıl benzin yetiştiririz?"
"Gider gibi yaparız."
Astrid Lindgren’in Pippi Uzunçorap serisiyle tanışmam ise, toplumsal cinsiyet eşitliğine dair mücadeleyi, toplumun geleneksel kabul ettiği çocuk figüründen fiziksel ve bilişsel olarak farklı olan kırmızı saçlı, çilli, çok güçlü, evinde tek başına yaşayan ve özgür bir çocuğun gözünden okumuştum.
“Seni diledikleri gibi kandırmalarına izin veremezsin,” diyordu Pippi.
Tüm bunlar, ilk gençlik dönemi, ardından gençlik ve yetişkinlik dönemleri için beynimi, algımı, insani ilişkilerimi, dünya görüşümü, sorunlara yaklaşımımı ve entelektüel derinliğimi besleyen olmazsa olmaz gıdalardı aslında... Üniversitedeki münazara günlerinde bir konuyu lehte ve aleyhte görüşlerle savunduğumuzda da hep o “kitap kurdu" dönemimden kalan birikiminden yararlanmıştım.
Geçtiğimiz hafta 2 Nisan günü Dünya Çocuk Kitapları Günü’ydü.
1967’den beri kutlanan ve masallarıyla özellikle benim ve birçok neslin çocukluklarında iz bırakmış olan Hans Christian Andersen’in yaş gününün de anıldığı bugün, çocuklara kitap okumayı sevdirmeyi hedefliyor.
İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi bu konuda çok hoş bir paylaşımda bulundu:
“Dünya Çocuk Kitapları Günü hayal gücü gelişmiş, eleştirisel düşünebilen, sorgulayan, somut ve soyutu ayırabilen, düş kurmayı seven çocukların günüdür. Kitaptaki kahramanlarla birlikte düşünen, empati kuran, sevinen, heyecanlanan, onları anlayan çocukların günüdür. Kitap satırları arasından farkına varılan; başkalarının düşüncelerini dinleyen saygı duyan, neden sonuç ilişkisi kuran, hobiler edinen, anlayan, anlatan, güvenen, duyarlı olan çocukların günüdür. Kitaplarla büyüyen ve büyümeye devam eden tüm çocukların kendi hayatlarındaki kitap satırlarını mutlu anılarla doldurması temennisiyle Dünya Çocuk Kitapları günü kutlu olsun!”
Bu yıl Dünya Çocuk Kitapları Günü’nün evrensel teması “Denizleri, Hayal Gücünün Kanadında Geç” idi.
“Hayal gücü”nün bu yılki etkinliklerin anahtar kelimesi olduğu dünya çapındaki etkinliklerle, aslında hayal gücünün karşılıklı anlayış ve hoşgörü ruhunu ne kadar güçlendirdiği de ele alındı.
2 Nisan günü boyunca dünya çapında çocukların okullara, kütüphanelere, hayır kuruluşlarına kitap bağışı yapmaları, okullarda ve yerel kütüphanelerde okuma etkinlikleri düzenlenmesi, çocukların en sevdikleri kitapları birbirleriyle paylaşmalarının özendirilmesi, sosyal medyada favori çocuk kitaplarımızın tartışıldığı forumlar düzenlenmesi ve yerel düzeyde çocuk kitabı yazarları ve illüstratörlerinin tanıtılması teşvik ediliyor.
Geçtiğimiz ay Dünya Okuma Günü çerçevesinde açıklanan ve Birleşik Krallık’ta yaşları 7 ila 14 arasında değişen 1.000 çocukla yapılan bir araştırmaya göre, çocukların üçte birinden fazlası, okuyacakları kitapları kendilerinin seçememesinden yakınıyormuş. Zira çocuk edebiyatına yönelik bakış halen yetişkinlerin çocuklara dayattığı, onları özgür tercihlerde bulunabilecek hak sahibi bireyler olarak görmediği, onların ekonomik bağımsızlığa sahip olmamasını fırsat bilip kendi istedikleri kitapları okumalarını dayattığı bir çerçeveden çok zor sıyrılıyor.
Araştırmadaki beş çocuktan biri, okudukları kitaplardan dolayı yetişkinler tarafından yargılanmaktan çekiniyormuş. Çocuklara, ebeveynlerinin boş zamanlarını nasıl değerlendirdikleri sorulduğunda, sadece dörtte biri, ebeveynlerinin dinlenmek için kitap okuduklarını söylerken, yüzde 56’sı ise anne babasının boş zamanlarında cep telefonlarıyla uğraştıklarını, yüzde 52’si de TV izlediklerini belirtmiş.
Hatta içlerinden kitap okumayı sevmeyen 11 yaşında bir çocuk, “Büyükler genellikle bize kitap okumamızı söylüyorlar, ama onlar da sadece telefonlarını kurcalıyorlar,” diyerek bu alışkanlığı neden edinemediğini net bir şekilde anlatmış. Daha önce dediğim gibi çocuk “susmuyor”, bu örnekte olduğu gibi “bangır bangır konuşuyor”.
İngiltere’de yine geçen ay National Legacy Trust tarafından kamuoyuyla paylaşılan önemli bir rapor var. Bu raporda, İngiltere’deki çocuklarda yaygınlaşan “okur yazar olmama krizi”ne işaret ediliyor ve bunun ekonomiye her okul yılı için 830 milyon sterline mal olduğunu ileri sürüyor. Bunun için de erken yaşlarda dil ve iletişim becerileri kazandırılmasında kitap okumanın ve kitap okuma alışkanlığını sürdürmenin önemine değiniliyor. Aynı araştırmaya göre İngiltere’de çocukların yarıdan fazlası, boş zamanlarında kitap okumayı sevmiyor ve bu, son yirmi yılda gözlemlenen en düşük oran.
Yararlı yönlerinin yanı sıra İnternet devrimi ve sosyal medyanın çocukların hayal gücünü esir aldığı bir gerçek. Buna karşılık çocuk edebiyatı, yetkin isimlerin kaleminden ve uzman pedagogların da denetiminden geçtiğinde, insanın enerjisini ve yaratıcılığını sömüren bu hızlılık ve dikkat dağınıklığının panzehri.
Öte yandan, gerek Batı’da birçok ülkede gerekse Türkiye’de çocuk yoksulluğunun ciddi düzeylere ulaştığı bir çağda, çocukların ailelerinin onlara kitap alacak maddi imkanının olmaması da onların okuryazarlık becerilerini ve okuma isteklerini etkiliyor.
Dolayısıyla, belediyelerin 31 Mart seçimlerinin ardından yerelde çocukların kitaba erişimlerini kolaylaştıracak adımlar atması, çocuklara okuma alışkanlığında fırsat eşitliği sunması ve okumayı sevdirecek yöntemlerle -örneğin gezici tırlar veya gemilerle- çocukların kalbine ve beynine ulaşması önemli.
Bu gezici kütüphanelerdeki kitapların da dönem dönem uzmanların ve pedagogların denetiminden geçmesi, evrensel çocuk literatüründeki dönüşümler ve yeni yaklaşımlar ışığında zamanında “zararsız” sandığımız ama zaman içerisinde çocuk gelişimi açısından zararları anlaşılan masalların ayıklanması da gerekiyor. Zira çağlar boyunca çocuk edebiyatının ülkelere özgü milli eğitim politikaları ve ulus-devlet kurma süreçleriyle ilişkili olduğu düşünüldüğünde, belli bir süre sonra bu literatürün gözden geçirilmesi ve çağın gerçeklerine uygun bir hale getirilmesi lazım.
Son yıllarda Türkiye’de çocuk edebiyatı pazarının -yerli ve çeviri düzeyde- ciddi anlamda geliştiği ve adeta “coşkulu” bir hal aldığı düşünüldüğünde (geçen sene 5 milyonun üzerinde çocuk ve gençlik kitabı yayımlanmış), bu kitaplara olan talebin yerelde sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı tüm kesimleri kapsayacak şekilde sürdürülebilir kılınması önemli.
Bunun için belediyelerin düzenli olarak çocuk edebiyatı yazarlarının yer aldığı halka açık etkinlikler düzenlemesi mümkün.
Ancak bu yazarların da çocukların edebi ve entelektüel gelişimini besleyecek yazarlar olması önemli, zira şu anda piyasada birçok yazar, edebiyata ilk adım atma “denemesi” olarak çocuk edebiyatını sıçrama tahtası gibi kullanırken ve çocuk kitabı kaleme almayı “çocuk oyuncağı” gibi görürken, çocuk gelişimini zedeleyen unsurlar karşısında teyakkuzda kalmak şart.
Ayrıca belediyelerde çalışanlar üzerinden de çocuklarına, yeğenlerine okuma alışkanlığı aktarımı olacağını unutmayalım. Dolayısıyla, her sabah belediyelerde 15 dakika işleri durdurup kitap okuma seansları yapılabilir. Çalışanlar arasında her ay herkesin okuyacağı belirli bir kitaba dair gayri resmi söyleşiler yapılabilir.
Çankaya Belediyesi desteğiyle kurulan İşçi Kütüphanesi’nde olduğu gibi kitabın sosyoekonomik katmanların ötesinde herkesi ortak bir tutkuda birleştiren gücüne vurgu yapılacak projeler geliştirilebilir.
Belediyeler eliyle çocuk kitabı okumayı teşvik eden yarışmalar, sergiler, etkinlikler düzenlenebilir. Ayrıca kendi kitabını yazmak isteyen çocukları teşvik edecek çalıştaylar yapılabilir. Tüm bunlar çocukları ekran kullanımına hapseden tekboyutlu ve kolaycı yaklaşımların ötesine geçerek onların zihinsel gelişiminin, içinde yaşadıkları ilçe yönetimleri tarafından da önemsendiğinin en insani göstergesi olacaktır.
Dünya Çocuk Kitapları Günü, aslında yılın bir günü olsa da, çocukluk 365 güne ve sonrasına da yayılıyor.
Çocuk deyip geçmemeli, edebiyatı da kendisi gibi özen, dikkat ve eşitlik gerektiriyor.
Bu sene yerel seçim telaşının peşi sıra geldiği için “2 Nisan” günü belediyeler ve okullar düzeyinde hakkıyla kutlanamamış olabilir, ama kitap okumak şakaya gelmez, hele çocukluk hiç gelmez…
Çocuklara rağmen değil, çocuklar için edebiyat; çocuklara rağmen değil, çocuklarla bütünleşik belediyecilik şart. Yeni dönemde belediyelerin bir gündemi de çocukların kitaba erişimindeki fırsat eşitsizliklerini kırmak ve çocuk edebiyatını güçlendirmek üzere yerelde yenilikçi adımlar atmak olmalı.
Sosyal belediyeciliğe ek olarak, “kitap kurdu” belediyecilik… Neden olmasın?