Kıyıcı gerçekler
Babaannemin anlattıkları, Anadolu’nun, farklı inanç ve kökenlerden insanların barış içinde bir arada yaşadığı bir coğrafya olduğu savının, dünyanın en büyük aldatmacası olduğunu gösteriyor. Babaannemin anlattıklarından, insanın hayata tutunmaya dair kodlanışının korku denen o ahmakça, hasarlı dürtüsünü nasıl ortaya çıkardığını anladım.
Josef Hasek Kılçıksız
Babaannem kanlı sürgünden bir şekilde kurtulup Suriye’nin Kesab’ına sığınmayı başarmış bilge bir kadındı. Kesab’dan sonraki yolculuğu Hatay’ın Altınözü’nde bulunan Hıristiyan Cneydo köyüne varmasıyla son bulmuş.
Anlattıklarını her dinlediğimde ağlardım. Sonra kırılganlığım yüzünden kendime deliler gibi kızardım.
Ninem Kesab’tan sonra 1920’li yılların Hatay’ına uzanan bir yolculuğa çıkar. Fransız yönetimindeki o zamanlar Antakya’sının, gayrimüslimler için güvenli bir limana dönüşmüş olması bu seçiminde önemli bir etkendir.
Yıkıntıların arasındaki bu hayat yolculuğu, yarım asırlık gerçekleri, şüphe, ihanet ve suç ağını ve dedem Jozef’in son derece karmaşık ve karanlık bir portresini keşfetmesine yardımcı olmuştur.
Babaannem konuşurken nefes almaksızın, kendi acısını deşerek konuşurdu.
Birlikte yola çıktıkları Magda’ya gözünün önünde tecavüz edilirken korkudan tepkisiz kalmasını, geri dönüşsüz vazgeçişin sorgulanmasına dair bir pişmanlıkla anlatırdı.
“Çölü boydan boya yürürken günün sonunda umuttan geriye elimizde nasıl bir avuç hüzünlü toz kaldığını görüyorduk. Magda’ya yapılanları görünce elimi boğazımdan aşağı sokup içimdekileri, göğsümdekini koparana dek çekmek istedim. Kendimizi can havliyle hayata bağlama çabamızı şimdi utançla yad ediyorum.”
Ninemi dinlerken, aynı insan kalbinde yan yana, görünüşte kaç tane birbiriyle bağdaşmayan varlığın barındığını keşfediyorum.
O çektiği acıların envanterini anlatmıyordu. Tanıklık yaparak başkalarının acılarına duyarlılık göstermekti onunkisi. Tanıklık, kavminin hızla yok olan geçmişini, belleğini korumanın masum bir yoluydu.
Babaannem Hanne’nin anlattıkları, terazinin ağır çeken kısmında hayata tutunma hikâyesi barındırır. Kıyıcı gerçekleri ifşa ettikçe bana daha çetrefilli bir düşünme haritası sundu. Hayatın ve zamane siyasetlerinin çalkalanışını iğneyle kuyu kazar gibi yeniden düşünmek için bana taze itkiler kazandırdı.
Şimdi, biraz da bu itkilerle, bu büyük kıyımın sosyolojik arka planına bir göz atalım.
Ermeniler Hıristiyan olan ilk toplumlardan biridir. Orta Asyalı ilk atlı akıncılar gelmeden binlerce yıl önce bu kadim topraklarda yaşamaktaydılar.
Orta Asyalı Türk akıncıları geldiğinde Anadolu tümüyle Hıristiyan’dı. On birinci yüzyıldan itibaren giderek ivme kazanan biçimde Anadolu İslamlaştırıldı.
Osmanlı, dini Müslümanlık olan herkesi asli vatandaşı saydı. Asla Türkçü bir anlayışla hareket etmedi. Ancak kendi dininde direnenlere de asli vatandaş gözüyle bakılmadı. Dini sınırlamalar, devşirme mekanizması ve cizye gibi örnekler, gayrimüslimlere reva görülen bu ayrımcı uygulamalardan bazılarıdır.
Hıristiyanlara iki tercih hakkı sunuluyordu. Müslümanlığı kabul edip birinci sınıf vatandaş olma avantajlarından yararlanmak, ya da cizye (kafa vergisi) vermek ve ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamayı kabul etmek. Diğer seçenek ise yok olmaktı.
Birinci Dünya Savaşından sonra Osmanlı, freni patlak bir arabanın uçuruma doğru gidişi gibi, bir parçalanma sürecinin içine girdi.
Balkanlaşma (parçalanma-bölünme-kopuş anlamında) süreciyle birlikte Osmanlıdan ilk kopan halklar doğal olarak sırasıyla Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlardı.
Bir milli devlete doğru dönüşüm yaşayan Osmanlı’dan Ermenilerin de er geç kopacağı ayan beyan meydandaydı.
Müslüman Kuzey Afrika’nın imparatorluktan kopması, Arap milliyetçiliğinin yükselmesine denk gelen ve ümmet konseptinin politik bir realite olmaktan çıktığı bir kontekstle açıklanabilecek bir hadisedir.
Osmanlıcılık oldukça soyut ve hybrid bir kimlik olduğu için tutmamıştı. Çünkü Osmanlı toplumu, gönüllülük üzerine değil, daha çok cebri bir kültürel asimilasyon üzerine kurulu bir tür kozmopolitlik arz ediyordu.
Avusturya Macaristan, Rusya, İngiltere gibi dağılma sürecine giren diğer imparatorluklar Osmanlı kadar sancılı bir Balkanlaşma süreci yaşamadı. Çünkü bu imparatorluklarda toplumsal antagonizm dinî olmaktan çok etnikti.
Osmanlı’da din değiştirmeye zorlanan Hristiyanlar, din değiştirdikten sonra, eski kültürleri konusunda bir ulusal bilinçle hareket etmediler. Çünkü ulus kavramının siyasal olarak önem kazanması için Fransız Devrimini beklemek gerekecekti.
Fransız Devrimi ile birlikte ortaya çıkan ulus devlet ise seküler bir paradigma üzerinde yükseldi ve kilisenin siyaset üzerindeki etkisini önemli oranda kırdı.
Yeni üst kimlikler belirlenirken kültürel tutkalların din ve ümmet değil, milliyet ve etnisite olduğu gerçeğinden hareket edildi.
Enver ve Talat gibi çılgınlar, dağılan Osmanlı’yı bir tür yeni “cihan devletine” ancak Pantürkizm ile dönüştürebileceklerini düşünüyorlardı. Büyük cürümler, ancak o en yüce ideal uğruna işlenirse kabul edilebilirdi: Ulus-devlet ve Türklük adına.
Ermenilerin 1915’i işte bu “etnik homojenleştirme” politikası üzerine kurulu bir felakettir. Etnik homojenleştirme, Osmanlı'da zamana yayılmış olarak uygulanan dinî homojenleştirme politikasının yeni bir sürümüdür. Buradaki kıyıcı ve yıkıcı organize kötülüğün devamlılığına dikkat çekmek isterim. Anadolu’da bugün yaşanan lanetin ve felaketlerin kökleri, ardıllık ve neden-sonuç diyalektiği uyarınca, Ermeni soykırımına kadar uzanmaktadır.
Osmanlının iyi ok atan, kılıç kuşanan ve at binen bir sınıf olarak görüp sadece seferlerde kullandığı Türkler yönetim kademelerinden özenle uzak tutuldu. Devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmadı. Türkler üretim ve ticarette de etkisizdiler. Türkler bu yeni dönemde, çok dezavantajlı bir kategori olarak, neredeyse savaş öncesi Almanya’sında Yahudi burjuvazinin ezdiği Almanları anımsatıyorlardı. Osmanlı'da ticaret burjuvazisi ağırlıklı olarak Ermeni ve Rumlardan oluşuyordu.
Yeni Cumhuriyet’in kadroları ve İttihatçılar Türklerin Osmanlı'daki bu ikinci sınıf konumunu yeni Türklük kimliğinin inşası için destekleyici argümanlar olarak kullandılar. Türklük üst kimliğinin bu bağlamda, nerdeyse rövanşist bir anlayışla, Osmanlı ticaret burjuvazisi ile hesaplaşma hisleri üzerine kurulu olduğu söylenebilir.
Osmanlı devlet teşkilatı devlet gücü kullanarak, devlet politikası olarak, Ermenileri katletti. Onları Anadolu’da “etnik temizliğe” uğrattı. Bu üç dört nesil önce oldu. Bu katliamlar milliyetçiliğin sağladığı geçici unutuşlarla hasıraltı edildi. Ve bunu yapanların büyük bir çoğunluğu, cumhuriyet kurulduktan sonra da görevlerine devam ettiler.
Ermenilerin uğradığı kıyıma dair epey kitap okudum. Okudukça dehşetin ayrıntılarıyla karşılaştım ve kendimi o okuduğum kitaplardaki kenar notları gibi hissettim. Sözüm ona bu insanlar zorunlu göç sırasında “telef olmuşlar”.
Salgınlar, tecavüzler, susuzluk, açlık ve infazlar; yaşanan bu kıyımları, siyasi euphemism barındıran tehcir kelimesi açıklamaya yeter mi.
Bu euphemist bolluk içinde, ihanete ve kıyıma dair söylenecek ne kaldı peki? Söylenecek yeni bir söz var mı?
Devlet baba zihnimize sızdı. Ne dersek diyelim ne yaparsak yapalım, daima o devlet aklına itaat etmeye devam ediyoruz.
İnsan olarak büyük devrimler yaptığımız sanrısına tutunurken, hâlâ en basit ilkel milliyetçi koşullanmaların tutsağı olarak yaşıyoruz. Fakat milliyetçilik bir noktada kendini yutan bir yılana dönüşüyor.
Babaannemin anlattıkları toplumun derin katmanlarında cereyan eden kıyımlara dair sıkı bir hikâyedir.
İyi ile kötü arasında itinayla gerilen ikili norm sisteminden bir türlü paçasını kurtaramayan kutuplaştırılmış bir toplumun kurbanıdır babaannem. Anıları, kişisel tarih ile toplumsal tarihin kesiştiği yere ışık tuttu. Ve o anılarında, 1915 Nisanına kıyısından köşesinden bulaşan herkesin bir şekilde yaralandığını anlattı.
Babaannemin anlattıkları, Anadolu’nun, farklı inanç ve kökenlerden insanların barış içinde bir arada yaşadığı bir coğrafya olduğu savının, dünyanın en büyük aldatmacası olduğunu gösteriyor.
Babaannemin anlattıklarından, insanın hayata tutunmaya dair kodlanışının korku denen o ahmakça, hasarlı dürtüsünü nasıl ortaya çıkardığını anladım.
İnsan türünün o ilkel korkularının peşimizi bırakmadığını düşünüyorum. Tanrı’yı da hâlâ hayatta tutan aynı korkular değil mi?