Vicdan ve insaftan söz etmeyeceğim. Bunların varolmadığı bir yerdeyiz: Mahkemede. Devlet hep birilerini kitleler halinde yargılayıp içeri atacağından emin mi ki böyle koskocaman salonlar inşa ediyor? Aylardır dünyadan tecrit edilmiş sevdiklerini görebilmek için oraya koşuşmuş insanlarla, mazallah anî hareket yapıp devlete hasar verebilecekmiş gibi, sıkı sıkı kollarından tutularak salona getirilen tutuklu sanıklar arasında, hüznü saklarken bulanmış bakışların kat edemeyeceği mesafeler. Getirilirken arkaları dönük. Salonun ortasındaki merdivenlerden jandarmalar arasında belirmeleriyle, götürülüp en uzağa oturtulmaları bir oluyor. “İşte orada!” diye ayağa kalkanlar gözlerinde oluşan buğuyu silemeden görmek istedikleri gözden kayboluyor. Ara verildiğinde, oturum bittiğinde götürülürlerken, yerlerinde azıcık dönüp geri bakabildikleri kısacık anlar dışında yüzleri ve bedenleri ilk defa sevdiklerine, yakınlarına dönebiliyor. Gülümsüyorlar. İyi olduklarını göstermeye çabalıyorlar. Herkeste ağlama öncesi gülümsemeler, eller sallanıyor karşılıklı… Sonra birden sanık göğsüne kadar bir yere batıyor, sonra saçları kalıyor yalnız, sonra sallanan eli… derken kayboluveriyor. Bir gülümseme asılı kalıyor, jandarmaların başları üstünde; azıcık sağa sola uçuşup dağılıyor, fon yeniden netleşiyor: iki bayrak ve mâlûm yazı: Adalet bir şeylerin temeli.
Fakat neyin temeli? İki gün boyunca, aklı başında ve dürüst insanların, altından girip üstünden çıkarak, hukuk metni sayılamayacağını, hukukçuyum diyenin ciddiye alamayacağını, adı mahkeme olan herhangi bir kurumun herhangi bir davaya zemin yapamayacağını bin defa gösterdiği uyduruk propaganda metni, burada iddianame muamelesi görüyor. Ve parça tesirli. İnsan ömürlerine saplanıyor, değdiği yeri mundar ediyor. Ne demek yirmi ay hapis yatmak? “Ağırlaştırılmış müebbet” yani fiilen idam baskısı altında yaşamak ne demek?
Oyuna katılıyoruz, çünkü insanlarımız ve hayatlarımız hebâ oluyor. Sallıyoruz elleri karşılıklı. Osman gülümsemesini eksik etmiyor, eli ağır ağır sallanırken. Tam iki basamak daha inip gözden kaybolacağı sırada ona kendimi göstermeyi başarıyorum. Gördüğünden eminim. Çünkü tam o sırada şöyle bakıyorken şöyle yaptı!.. Kırk senelik arkadaşımla göz göze gelmeyi başarabildim. Hasret gideren dostlar mıyız? Ona moral mi veriyoruz yoksa biz mi azıcık moral ve direnme kuvveti kazanıyoruz? Yoksa bu bir direniş eylemi sayılır mı?
Orada bulunmamız, tutuklu arkadaşımızla, eşimizle göz göze gelebilmek için uğraşmamız, tutuksuz sanık insanlarımızın omzuna dokunmamız, sırtını sıvazlamamız belli ki en azından ciddi eylem potansiyeli sayılıyor. Hattâ, belki de yaş ortalaması hayli yüksek büyükşehirli “ziyaretçi” kitlesinin ülkeyi ele geçirmeye Silivri Cezaevi’nin mahkeme salonundan başlayacağı “değerlendiriliyor”. Yoksa niye mahkeme salonu fuayesine robokop donanımlı jandarma timleri dizsinler? Mahkemedeki jandarmaların ters hareketini görmedik. Hatta bazıları olağanüstü nazik. Salondaki görevliler de genellikle anlayışlı ve nazikler. Ancak salon girişindeki oturulacak yerlerin göğüs korumalı, kalkanlı jandarmalara işgal ettirilmesine verilecek anlam bulmak kolay değil. Orada ne yapılacaktı da acil robokop müdahalesi gerekecekti?
NEYİN 'DAVA'SI BU?
İçeri girelim, “dava”yı konuşalım. Muktedirlerin siyasi rakiplerini hakaret, iftira ve üçkağıtla bertaraf etme işinde görev yapan propaganda hizmetkârının “dava” dediği şey bile Osman’ların yargılandığı davanın yanında daha bir dava kalıyor; heyhat, bizim elimizdeki bu. Yani Soros’un verdiği paralarla Gezi isyanını finanse eden Osman ve bu işi beceren örgütü oluşturan öbür sanıkların davası. Hepsinin hayatının söndürülmesi, ağırlaştırılmış müebbetle cezalandırılmaları istenen “dava”.
“Peki George Soros niye sanıklar arasında yok?” diye soruyor Osman. Sahi, niye yok? Osman, iddianamenin “fantastik” olduğunu söylüyor: mantıktan, temelden yoksun, delil içermiyor, bulgu içermiyor. Örgütsel faaliyetlerine dair kanıt diye dosyasına konmuş fotoğrafta Yiğit Aksakoğlu, elinde, artık sekizlik mi, on altılık mı, bilmiyoruz -avukatı Turgut Kazan o kadarını söylemedi-, koca bir tuvalet kağıdı paketiyle ofisine girerken görülüyor. Osman’ın Yaşar Kemal’le birlikte olduğu ileri sürülen fotoğraftaki, Yaşar Kemal değil Ara Güler! Yiğit Ekmekçi, “sahibi olduğum söylenen, bilmem ne sokaktaki bürodan ilk defa bu iddianame vasıtasıyla haberdar oldum” diye izah ediyor. “Telefon dinleme kayıtlarından birinde, annemin evine hangi yoldan gideyim diye konuşuyorum” Can Atalay, iddianamenin sanıkları Türkiye’nin her yerinde Gezi İsyanı’na eşlik eden eylemler sırasında kuşların, sokak köpeklerinin ölmesinden de sorumlu tuttuğuna işaret ediyor. Üstelik bu hayvanlar polisin attığı gaz yüzünden öldü. Tayfun Kahraman’a polis “Kavala ile fotoğrafın var” demiş, oysa yalnız bir defa telefonda görüşmüşler.
Ülke gibi, iddianame; insanlar mahvolmasa bayağı eğlenceli. Neler neler var. Ateş yutanlar, ip cambazları, yılan kadın… kompile bu şekil!
İZAH DEĞİL İFŞA
İzah değil ifşa, sanıkların yaptığı. Bir “kıymetlendirme” işleminin iç yüzü ortaya dökülüyor. Bu davayla kıymetlendirilen, melanet.
Osman, bazı iddialar için “yakışıksız” diyor. Kavram keşke Türk yargı sisteminde kendine yer açabilseydi. Vicdan, insaf, haysiyet filan da belki oradan içeri sızabilirlerdi. “Savcı bana tek soru sormadı,” diye hatırlatıyor Osman. Sormadı. Adam yirmi aydır içeride. Uluslararası fenalık odaklarından para alıp hükümeti devirmek üzere isyan tertiplemiş güya. Onu sorgulamamanın anlamını kafaya takacak kimse çıkar mı kıymetlendirilmiş yargı sisteminde?
Soros’tan paralar aldıysam, diyor Osman, bunları birilerine aktardıysam, bunca para hareketinin hiç izi kalmaz mı? Osman’ın en ufak ilgisinin olduğu her yer didik didik edildi. İddianameyi hazırlayanı, kabul edeni bu soru hiç rahatsız etmemiş. Boşluk görmemişler burada. Savcının Osman’a tek soru sormamış olmasında tuhaflık görmeyişleri gibi.
Kocaman mahkeme salonlarında, yakınları sanığı göremesin diye acayip bir oturma sistemi kurup, fuayeye savaşa hazır jandarma timleri dizince mi oluyor yargı sistemi?
Cevap veriyorum: Evet. Osman’ın altı yüz günü aşkındır hapiste tutulmasının, yasal soruşturmaya temel olabilecek hiçbir sebebi yok. Çok başka nedenlerle cezalandırılıyor ve sonunda iddianamesiz bu iş çok daha uzun sürdürülemeyeceği için “Gezi davası” ambalajı bulundu ve ortada bir büyük garabet varken, çok daha büyük felakete kapı açıldı.
HİÇ ÇIKMAYABİLİRİZ
Fakat iddianame sadece ipe sapa gelmez laflardan mâmûl değil. “Olgu tahrifatı”, “sahte delil üretimi” ve “manipülatif kurgu”dan da geçilmiyor; böyle diyor Osman. Yargıçlar, seçebildiğimiz -ama daha çok kürsüye yakın avukatların aktardığı- kadarıyla, dikkatle, en azından telefonla oynamayarak veya sanıkların moralini bozacak jestler mimikler yapmaksızın dinliyorlar. Mahkeme başkanı hayli nazik. İzleyici tepkilerine hoşgörü gösteriyor. Bir ara, Mücella Yapıcı’nın savunması sırasında yükselen alkışların ardından, “Savunmaları öylesine değil, dikkatle dinliyoruz,” dedi. “Sanığın savunmasını dinleme hakkımı elimden almayın lütfen.” Sanıklık hariç mahkeme tecrübem fazla değil, kestiremiyorum: TC tarihinde bir yargıcın ağzından çıkmış en kibar söz olabilir mi bu? Ne var ki, mahkeme başkanının nezaketi, varolmayan suçları akla sığmaz bağlantılar ve türlü dümenle kurgulayarak insanların hayatını karartan bir iradenin hepimizi bu salonda topladığını unutturmaya yetmiyor. Daha sonra Can Atalay hatırlatacak bunu. Mahkeme heyetine, “Salondaki yumuşak hava ve sizin yumuşak tutumunuz,” diyecek, “ortadaki ağırlığı yok etmiyor. Biz atılı suçlardan hüküm giyersek, öngörülenden daha az ceza verseniz bile, hapisten hiç çıkamayabiliriz.”
Jandarma Osman’la Yiğit’i kollarından tutup götürdükçe bunu hatırlıyoruz zaten.
Soros, Gezi isyanını nasıl finanse etmiş? Paralar buraya nasıl gelmiş, kim alıp kime, nasıl dağıtmış? Gezi’de bir araya gelen yetmiş iki değişik inisiyatif ve irade paraları nasıl paylaşmış? Asgarî tecrübeli bir MİT’çinin, Gezi’de olan bitene bakınca asla gerçek olamayacağını ilk anda söyleyebileceği bu fanteziye dayanılarak nasıl şu izlediğimiz hunharlık yapılabiliyor? Mahkeme başkanı sahiden çok nazikti. Kararı açıklarken bile insanların üzülebileceğini göz önüne alır hali vardı. Ne yazık ki bulunduğumuz ortamda, bu anlayış ve nezaket, orada bulunması gereken fakat bulunmayanın ezici, delici eksikliğinin daha da güçlü hissedilmesine yol açtı: Adalet yoktu. Boş ziyaretçi koltuğu kalmamıştı, basın kartı yoktu… İşte, bir sebeple girememişti içeri.
DEVAM EDECEK