Ve sanık avukatları. İlk duruşmada tutuklu sanıkların avukatlarına söz verilmesi, öbür sanık avukatlarının mahkemenin ara kararından sonra, bir sonraki duruşmada konuşması kararlaştırılmıştı. (Duruşma için 18-19 Temmuz’a gün verildi.) İlk sözü Osman’ın avukatı Köksal Bayraktar aldı. Ve Osman’ın on altı ay boyunca iddianamesiz hapiste tutulmuş oluşunu “kişilerin adil yargılanma, belgelere ulaşma, masumiyet hakkını ihlal eden bir durum” diye niteledi. (Ben bunu bu sükûnetle ifade edemezdim.) “Bir yıl dört ay boyunca,” dedi, “müdafiileri olarak yirmi defa müracat ettik, ama taleplerimiz reddedildi.” Yirmi defa! (Bunu da böyle diyemezdim.)
Bayraktar şunları sıraladı: Burada Ceza Yasası 312. maddeye (“Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs”) girecek suç yok, çünkü cebir ve şiddet yok. Sonra, savcının esas aldığı olaylar, sanıkların eylemleri arasında kronolojik bağ yok. Sonra, “hükümeti tehdit” eyleminin işlerlik kazanabilmesi için gerekli mekânsal yakınlık yok; eylem İstanbul’da, bakanlar kurulu Ankara’da. “Elverişlilik kriteri” yok; yani “hükümeti devireceğim” diyenin bunu becerebilecek konumda olması gerekir. “Ben kalkıp ortalık yerde ‘hükümeti devireceğim’ diye bağırırsam beni yargılamazlar, akıl hastanesine götürürler,” dedi Bayraktar.
Bayraktar, “dolaylı fail” kavramı etrafında hukukî tartışmaya da girdi biraz. Bu iddianameye kulak verilirse herkes her yerdeki her türlü eylemden ötürü suçlanabilir, diye izah etti. Sanıkların Türkiye’nin her yerindeki eylemlerden nasıl, neye dayanarak sorumlu tutulabileceğini sordu. İstanbul’daki adamı Ankara’da kırılan camdan sorumlu tutmak, azıcık izan ve idrak sahibi herkesin kabul edeceği üzre, imkânsızdı. Peki savcı neden böyle davranmıştı? Zira, sanıklara atılan suçun 312. madde kapsamına sokulabilmesi için cebir-şiddet unsuru gerekliydi ve bunun abartılı şekilde tasviri ancak sanıkları Mersin’de taş atılan araba farından İzmir’de indirilen vitrine -hattâ biber gazı salvosundan ötürü can veren sokak hayvanlarının başına gelene- kadar her şeyden sorumlu tutmakla mümkün olacaktı. Böyle ucuz dümenler yargı sisteminin tesisatında tıkanıklık yaratmaz mı? “Ağırına gitmez” mi cübbeli kimsenin?
Bayraktar, son olarak en olmayacak şeyi yaptı, akla hitap etti: “Eğer Gezi olayları hükümeti düşürmeye elverişli olsaydı, dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç bizzat parka gelip, parktakilerle konuşup ‘mesaj alınmıştır’ der miydi?.. Dönemin başbakanı Erdoğan bırakıp Kuzey Afrika seyahatine çıkar mıydı?”
Velhâsıl, iddianame, yaşadığımızdan değil, başka bir gerçeklikten, daha çok da masal âleminden sözediyor, baştan aşağı geçersiz, demiş oldu yılların avukatı.
'BUNUN GİBİSİNİ GÖRMEDİK'
Söz Yiğit Aksakoğlu’nun avukatı Turgut Kazan’a geçtiğinde Kazan anlatacaklarını sıraladı; başlıbaşına savunma konuşmasıydı. Fakat önce şöyle dedi: “Bunca yıllık avukatım. 12 Mart, 12 Eylül iddianamelerini gördüm. Hepsi hukuka aykırıydı, ama hiçbiri bu kadar uçuk değildi.”
“Tapeler”, yani telefon dinlemesi kayıtlarının “hangi kirli ilişkilerle sağlandığı”, Kazan’ın anlatacaklarından biriydi. Anlattı. Fethullahçı polisler, teşkilatlarından olan yargıçların nöbetçi olduğu günleri kolluyor, hazır dosyalar getirip imzalatıyorlar, Fethullahçı yargıçlar hazır dosyalara elle numara ekliyorlardı, vs.. Kurulmuş işte bir tezgâh.
“Tapeler”le ilgili tuhaf ayrıntılar sepet sepet. İlk dinleme kararı, 29 Haziran 2013 tarihinde alınmış; Gezi Parkı boşaltıldıktan on üç gün sonra. Dinleme kararlarıyla tapeler dosyada yok, dedi Kazan, şaşkınlığını salona yayarak, üstelik savcılıkta da yok; Emniyet’ten istemişler. “FETÖ”cü davalarından birinde tanıklık yapan zabit katipleri, bazı kararların Adliye’ye Emniyet’te yazılıp getirildiğini anlatmışlar.
Fethullahçıların olağan yargı sistemi işleyişini altüst etmiş oluşu kimsede sıkıntı yaratmış mı? Fethullahçı savcı Muammer Akkaş’ın hazırladığı dosya, diye anlattı Turgut Kazan, “dört yıl on ay rafta duruyor, sonra soruşturma açılıyor”. Birileri gitmiş, eserlerinden yararlanılıyor.
Protesto hakkı, gösteri-yürüyüş özgürlüğü olmaksızın ifade özgürlüğünün güdük kalacağından hareketle, Turgut Kazan, AİHM’in kararlarını hatırlatıyor: Beraatle sonuçlansa bile gösteri hakkında dava açılması hak ihlalidir, çünkü başkaları bu yüzden korkup haklarını kullanamayabilirler. İnsan özeniyor.
Kazan, ortada 312’lik suç olmadığını, az önce Bayraktar’ın söylediklerini destekleyerek izah ediyor. Hangi cebir-şiddet, hangi hükümeti devirme girişimi?.. İddianame sahiden de, aklın, izanın ve vicdanın yön verdiği herhangi bir ortamda kendisini savunmaya kalkanı pek zor hallere düşürecek nitelikte. Turgut Kazan, Gezi eylemiyle hükümeti yıpratma, istifaya zorlama, “en iyi ihtimalle” erken seçime sürükleme “suçlarının” icat edilmesi ve bunlardan meydana gelen, lastikleri patlak, derme çatma aracın “hükümeti cebir kullanarak devirme, çalışamaz hale getirme” suçunu cisimleştirebilmek için ortaya gelişigüzel sürülmesini gizlemediği esef duygusuyla dile getirdi.
Turgut Kazan yaklaşık bir buçuk saat konuştu. Köksal Bayraktar da o da memleketin en tecrübeli, en bilgili hukukçularından. İkisi de aslında söyledikleriyle esef duygusuna kan-can verdiler. Mahkeme heyetine muazzam bir yükten kurtulma yolu gösterdiklerini söyleyebiliriz. Onların öne sürdüğü gerekçelerden sonra böyle bir davanın hemen oracıkta düşmemiş olması ne tuhaf!.. Bunu hiçbirimizin yadırgamıyor oluşu da öyle. Sıcağı insanı asfalta yapıştıran, soğuğu kemikleri sızlatan Silivri otoparkını öyle arasıra gidilip gelinen yer diye benimsedik. “Yana yeni mahkeme binası yapılıyor” dedi oraya alışkın muhabir arkadaşlardan biri. Acaba mevcuda kat çıkılsa daha mı iyi olur? Adalet yücelir mi bir kat yükselince?
İnsanları ağırlaştırılmış müebbet baskısı altında ezmeyi ve hayatlarını söndürmeyi amaçlayan davanın üzerine kurulduğu her şey gerçekdışı. Ve her türlü yükselme fikrine ve duygusuna düşman.
Sonunda savcı konuştu. Hazır metni okuduğu hissine kapıldık. Sanıklar ve avukatları ne istediyse reddedilsin, tutuklular tutuklu kalsın, dedi. Vekalet işlemi yapan noter katibinin heyecan dozu daha yüksektir.
GERİLİM...
Ve dışarı çıktık ve bekleyiş başladı. Herkes iki gündür gözüne kulağına takılan en ufak ayrıntıdan iyi habere işaret çıkarmaya azimli, kimimiz susup uzağa kaçarak, kimimiz alâkasız mevzulara dalarak bekleyiş geriliminden kurtulmaya çalıştık. Sonunda gazeteciler ve sanıkların “birinci dereceden yakınları” içeri alındı. Bekledik. Gerildik. Heyet geldi. Mahkeme başkanı, yine yumuşak, anlayışlı ve nazik tonda, Yiğit Aksakoğlu’nun bırakıldığını, başka her türlü talebin reddedildiğini açıkladı.
Kafamdan tercüme ettim: İki gündür sanıkların ve avukatlarının sayıp döktüğü onca mânâsızlık, onca temelsizlik, onca acayiplik, onca çelişki Türk yargı sistemi için sorun yaratmıyor. Fethullahçı tezgâhlarıyla kotarılmış rapor ve ona dayanan iddianamede “sıkıntı yok”. Üzerine suç atılan insanların o suçlarla uzaktan yakından alâkalarının bulunmayışı rol oynamıyor. Oyun olmayacak yerde oyun oynanıyor, ama kurallarını da kimse takmıyor. Acımasız bir oyun bu. Düşüncesizlik oyunu. Düşünce, bağlantı kurar, sonuç çıkarır. Varacağı sonucu önceden bilenlerinkine düşünme denmez.
Bu da işte, hukuk değil.
Ve bu tür davalar, Türkiye için muazzam bir geri dönüş. Bir polis-savcı ekibi, kimi isterse -üstelik cezası ağır suçlarla- suçlar ve yargılatır, demek bu. Muktedir birileri, kimi isterse içeri atar, yıllarca yatırır, demek.
Çok kısa süre ders vermiştim. Sınav yapmak istemediğim ama yapmaya mecbur olduğum için, öğrencilere ödev vermiş, bunu evde hazırlamalarını, sınıfta resmî sınav kağıdına aktarmalarını söylemiştim. Meraktan kağıtların hepsini okudum. Üşenmeyip ödevi hazırlamış olanlar, vardı, çoğu onlardan kopya çekmişti. Nasıl olsa hoca sahici sınav yapmıyor, diyerek bayağı saçmalamış olanlar da vardı. Konumuz medya dili, habercilikti, verdiğim ödev Fatih Terim’in İtalya macerasının neden başarısız olduğuna dair üç-beş kelam etmelerini istemekten ibaretti. Yani kimsenin oturup çalışması gerekmiyordu, sınıfta azıcık düşünüp birkaç cümle karalamaları yeterli olacaktı. Fakat bazıları bunu da yapmamış, birisinin kağıdını önüne alıp aynısını yazmıştı. Üstelik beş-altı, bazen sekiz-on kişi, tek bir kağıttan kopya çekmişlerdi. Yine üstelik, varolan yanlışları da olduğu gibi aktarmışlardı.
Oturdum, karardım. Çok moral bozucuydu. Ağırıma gitti. Yaptıklarını kendime saygısızlık olarak almak aklımın ucundan geçmedi, çünkü zaten derse gelen yaklaşık yirmi öğrenciyle sorunum yoktu, sınava gelen yüzü aşkın öğrenciyi tanımıyordum bile. Onlar adına çok utandım. İnsan bu şekilde sunulmuş sınavda yanındakinden kopya çekebilirdi, ama konu hiçbir özel okuma, çalışma vs. gerektirmediğinden, kendinden, o sırada aklına gelecek birşeyleri de katmak istemez miydi? Kopya metni kendisinin kılmak için araya üç-beş kelime sıkıştırmaz mıydı? Yanlışıyla bilmemnesiyle yanındakinin yazdıklarını aktarırken hiç mi sıkıntı duymazdı?
Tekdüze konuşmasıyla ‘o da reddedilsin, bu da bırakılmasın’ diyen savcıyı dinlerken aklıma bu sınav hikâyesi düştü. Dönüş yolunda, hikâyenin bütün bir yargı sistemine uyarlanabileceğini, maalesef, düşündüm.
Evet, Fethullahçıların kurduğu tezgâhın “yeniden kıymetlendirilmesi” sonucu arkadaşım yirmi aydan fazla zamandır hapiste. Ve yargı yeniden çok ama çok kötü bir rolde.
Dört yazıya bölebildiğim bu uzun metni büyük ölçüde şunu söyleyebilmek için yazdım: Ağırına gitmez mi insanın? Bakın, hiç işlemediği suçtan ötürü eziyet çeken sanık, “yapmayın” diyor, “ağırıma gidiyor”. Toplum hayatında bunca önemli makam işgal eden, cübbelerini görünce kenara çekildiğimiz hukuk insanları, bu çok ağır durum, sizin nasıl ağırınıza gitmiyor? Biz koruyamayız ki yargının ağırlığını!
“Uzun zamandır Türkiye’de hukukla ve adaletle yurttaşlar arasında örülen yüksek duvar” demişti Yiğit Aksakoğlu. Mahkeme mahkeme koşturan muhabir meslektaşlarımın hoşgörüsüne sığınarak, duvarın dibinden bildirdim. Şimdilik burada sona erdi.
Kıymetlendirme destanı 3 - Sui generis
Kıymetlendirme destanı 2 - Hicap ve töhmet
Kıymetlendirme destanı 1 - Melanet