Halen birilerinin yaşadığına inanmakta güçlü çektiğiniz, eski kokulu, şaşaalı, tavanları freskler, süslemelerle dolu bir sarayda gezmek insana bir masal hissiyatı yaşatıyor. “Savaş Odası” adı verilen odada 1. Marki’nin sinsi mizahı ile tanışıyor, çini ustalarının sanatı üzerinden Marki’nin eleştirdiği Portekizlilere, İspanyollara, İngilizlere diyeceklerini tek tek demesini izliyorsunuz.
Kışın bir Portekiz sabahı... Hafif yağmurlu, hep yumuşak havalı Lizbon’un adeti olduğu üzere, pek bir soğuk yok. Lizbon’a 6 ay önce taşınmış ve ziyarete gelenleri gezdire gezdire bu kısa sürede pratik bir turist rehberine dönmüş liseden arkadaşım ile yolda yürürken o gün ne yapsak diye konuşuyoruz. Ben bir yandan Portekiz’in meşhur tatlılarından nataları tıkınıyorum bir yandan da arkadaşımın da henüz gitmediği, bir Marki’nin eski sarayını okuduğumu söylüyorum internette bir yerlerde: Palacio de Fronteira. Azulejo denilen Portekiz çinilerine merakım var (Meraka giriş yazısı: Kapla bütün sokaklarımı azulejo) ve bu sarayda da çokça olduğunu görmüştüm.
Metroya atlayıp sarayın olduğu semte gidiyoruz. Lizbon, oldukça kompakt bir şehir, öyle metroya binip uzağa gitmeli pek bir atraksiyonu yok hani; arkadaşım, emin misin doğru okuduğuna diye soruyor. Ortalıkta saray filan yok gibi... “En kötü gezilecek turistik yer yoktur; gerçek bir Marki’nin sarayında onunla çay içer döneriz be tanrı misafiri olarak,” diye kendimce espri yapıyorum... Biraz tırmandıktan sonra internette gördüğüm saraya varıyoruz. Kapıdan görünen bahçesi ve bahçedeki dev çiniler bile insanı heyecanlandırıyor; ben hakikaten şahane bir yere geldim hissiyatına acilen kapılıyorsunuz. Yalnız, garip bir şekilde saraya sadece günde iki kere, o da sabahları girebiliyorsunuz. Kendiniz gezemiyorsunuz; yanınızda mutlaka bir rehber olması gerekiyor. Belli bir kişi sayısının üzeri alınmıyor. İçeride fotoğraf çekmek katiyen yasak. Bütün bu kurallar neden mi? Çünkü içeride halen Frontera Markisi ve ailesi yaşıyormuş! Espri yaptığım konu, gerçek çıktı, iyi mi...
13 KUŞAKLIK SARAY
1671’de inşaa edilen Fronteira Sarayı, o dönem Fronteira’nın 1. Markisi (Marki, devletin sınır boylarında görev yapan soylu anlamına geliyor) olan, Portekiz Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Dom João de Mascarenhas için bir hobi mekanı, şehir dışındaki av köşkü olarak yapılıyor. Aslında Marki’nin şehrin içinde bir sarayı daha varmış; fakat 1755’te Lizbon’u büyük bir deprem vuruyor ve ailenin Chiado’daki asıl sarayı yıkılıyor. Böylece Mascarenhas ailesi ana saray yıkılınca genişletilen av köşküne tamamen taşınıyor. O günden bugüne de tüm Frontera Markileri ve dolayısıyla bu unvanı sürdüren Mascharenhas ailesi, 13 kuşaktır işte bu sarayda yaşıyormuş.
17. yüzyılda soyluluk unvanı ve parasıyla sarayda yaşamak iyi hoş da, yıl 2020’ye gelene kadar mevsimler ve rejimler değişince soylulara da eskiden akan para kalmıyor elbet. Halen sarayda yaşamalarına izin verilse de Mascarenhas ailesinin artık sarayı yıllar geçtikçe yenileyebilecek, sarayın bakımını üstlenebilecek bir finansal durumları yok. Dolayısıyla, aile, sarayın belli bir kısmından günün belirli saatleri elini ayağını çekiyor ve turistlere bu tarihi dokuyu koklamak ve ona hayran olmak fırsatını veriyorlar.
SEN DE ELIZABETH BEN DİYEYİM MARIE ANTOINETTE
Halen birilerinin yaşadığına inanmakta güçlü çektiğiniz, eski kokulu, şaşaalı, tavanları freskler, süslemelerle dolu bir sarayda gezmek insana bir masal hissiyatı yaşatıyor. Sanki bütün o izlediğiniz saraylı filmlerin içinde yürüyor oluyorsunuz. Kapılar açıldığında arkalarında standart kotlu-kazaklı insan değil de film sahnelerinden fırlama kraliçeler, soylular görecekmiş gibi geziyorsunuz Palacio de Fronteira’da.
Sarayın bakımı ve ihtiyaç olunan bölümlerinin restorasyonu için bir vakıf kurulmuş; büyük organizasyonlar ve briç turnuvaları için odalar kiralanıyormuş. (Bu arada bu uygulamalar Portekiz’de yaygın; daha önce gezdiğim Porto’nun tarihi Borsa Sarayı, Palacio da Bolsa da (ki ülkenin ana borsa binasıymış zamanında) hem turistlere açıktı hem de büyük salonları devlet davetleri gibi çok prestijli davetler için kiralanabiliyordu.) İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğu için paylaşabilmek adına fellik fellik iç mekan fotoğrafı ararken ünlü modacı Valentino’nun bir doğum günü organizasyonunun burada yapıldığını öğrendim mesela.
Finansman sağlanabildikçe restorasyon yapılabildiği için sarayın değişen zamanlarda belirli mekanları restorasyon altında oluyormuş. Zarar görmüş, silinmiş çinileri yeniden boyayan sanatçılar ortada dolaşıyordu biz oradayken. Diğer yandan, gezilen odaların birinin tavanı yarısına kadar para yettiği için yarısı restore duruyor. Para bulunca devam edeceklermiş...
SOYLUNUN İĞNELEMESİ BİR BAŞKA...
Saray sonuçta o dönemin birçok soylusundan sadece birinin sarayı olduğu ve aile halen içeride yaşadığı için, gezi çok uzun sürmüyor içeride. Misafir ağırlanan ortak alanları gezme süresi daha çok görme isteği içinizde kalmış bir halde bitse de iki oda var ki, gittiğiniz yolun hakkını işte o ikisi veriyor...
Odalardan ilki şahane de bir bahçe manzarasına sahip olan kütüphane. 16.-19. yüzyıllar arası ailenin farklı üyelerinin topladığı üç bin cilt varmış toplamda. Biz kitapların bir kısmını görebiliyoruz, diğerleri koruma altında ama gördüğünüz bile size hayaller kurduruyor. Bazı kitapları izinle karıştırabiliyorsunuz, bazılarına dokunmak bile zarar verecek gibi duruyor. O kahverengi tonlu odayı, büyük sarı-kahverengi dünya küresini, yerdeki doğu halısını, köşedeki antik heykeli, yanda duran piyanoyu, onun üzerindeki eski aile resimlerini, yukarıdan sarkan kristal avizeyi, bir duvarı kaplayan, bahçeye bakan baştan başa camdan yansıyan ışığı, ışığa rağmen o eski büyük mekanlara özgü içerideki hafif serin havayı, yukarıdan sarkan kristal avizeyi ve kitapların kokusunu bir hayal edin.... İşte tam öyle.
Bahsettiğim ikinci etkileyici oda ise pek standart hayallere konu olacak türden değil.... Kütüphane ne kadar evrensel ise “Savaş Odası” adı verilen, adının tersine Portekizlilerin İspanyollara karşı mutlu zaferini çinilerle duvarlarda anlatan oda ise o kadar yerel. Bu odada 1. Marki’nin sinsi mizahı ile tanışıyor, çini ustalarının sanatı üzerinden Marki’nin eleştirdiği Portekizlilere, İspanyollara, İngilizlere diyeceklerini tek tek demesini izliyorsunuz. Odanın dört bir yanı savaşı anlatan sahnelerle bezetmiş Marki. En göze çarpan duvarda, sarayın ilk sahibi ve bu çinilerin fikir babası 1. Fronteira Markisi Dom João de Mascarenhas zafer içinde salınıyor. Zafer naraları atılır, atlılar birbirine saldırırken, bir bakıyorsunuz, o dikkat etmediğiniz köşede bir yerde bir çininin üzerinde bir asker büyük tuvalet ihtiyacını gideriyor. Biri uyuyor, diğer atından düşüyor, aslında Portekizlilerin müteffiki olan belli ki Marki’ye göre şapşal olan İngilizler, diğerlerine göre yetersiz silahlarla ortada koşturuyorlar! Koca salonda dört duvara bezenmiş çinilere bakıp Marki’nin sanat üzerinden düşmanlarına, müteffiklerine, hatta kendi askerlerine laf atmalarını yakalamaya çalışmak bir oyuna dönüyor...
Derken odanın kapısı bahçeye açılıyor ve burada Marki, ipleri iyice koparıyor. Savaş bittikten sonra olanlardan rahatsız olan Marki, insanları maymuna ve kediye benzetmiş. Savaş sonrası krala yalakalık yaparak soyluluk alanları sinsi kediler gibi; zafer sarhoşluğu ile eğlenirken ağzı ile içmeyip kutlamayı abartan, dalkavukluk yapan, trompet çalan insanları ise maymun olarak çizdirmiş sevgili Marki çini sanatçılarına. Bahçede, zevk-ü sefa yapan, kutlama yapan, sandalla açılan, bazı “ayıp” işler peşinde koşan maymunları, insanları, kedileri çinilerde izliyorsunuz. Bunların yanında oldukça heybetli panolarda şiir, astronomi, geometri, hitabet sanatı gibi dalları sembolize eden 7 sanat resmedilmiş çinilerde. Yani bilimin, sanatın, çalışmanın önemine heybetli duvarlarda dikkat çektirirken, kenar süslemelerinde de dalkavukluğun sonuçlarını resmettirmiş Marki.
Çinilerle ilgili bir not eklemek gerekirse; aslında Portekiz çinileri Hollanda ya da Çin çinilerine göre acemi kalıyor. Zamanla Çin ve Hollanda etkisi Portekiz azulejolarına yansıyor. Bu sarayda da öyle olmuş; zaman ve parayla keşfedilen daha sanatsal ve detaylı Hollanda panoları saraya getirtilerek örneğin yemek odasına yerleştirilmiş. İki tarz arasındaki farkı hemen anlıyorsunuz. Yine de ben basit ve komik sahneleri içeren yerel çinileri ben daha çok benimsedim. Çünkü samimiyeti kim sevmez!
Bahçeden devam edersek, 5,5 hektarlık bahçenin bir kısmında Arap etkisi, diğer kısmında Fransız etkisi görüyoruz. Arap etkisini, İspanya’nın Endülüs bölgesindeki çizgilere benzetebilirsiniz. Bu tarafta daha çok renk, süsleme, bir yaz havası ve duvarlar Akdeniz mavisi denilen parlak maviyle sıvalı... Fransız tarafı ise Versay Sarayı’nın bahçesine benzetilmiş; muntazam ve şekilli çalılar, ağaçlar, küçük süs havuzları heykeller ile bezeli. 12 burcun sembolleri, kral büstleri, soyluları resmenden 14 panellik çiniler, heykeller bahçenin dört bir yanına serilmiş.
Bahçenin bir köşesinde sarayın en eski yapısı olan 16. yüzyılda yapılan şapel bulunuyor. Şapelin en dikkat çekici özelliği, ön cephesinin kırık porselen, cam tabak çanak parçaları ile kaplanmış olması. Mesaj vermeyi seven Marki, dönemin Portekiz Kralı bir kere saraya yemeğe geldikten sonra, “Kralın yediği tabak kutsaldır, bir daha kullanılmaz,” kaidesini bir şova dönüştürüp yemekte kullanılan bütün cam ve porselenleri kırdırıp kralın onuruna şapelin kutsal cephesine döşetmiş.
Bahçeden çıkarken kapıya doğru dönmeden 13. kuşak ailenin terasında bir önceki keyiften kalmış kahve fincalarını görüyoruz. Bunca hikaye ve yaşanmışlığın içinden geçip, içtik sayılır mı şimdi “denk geldiğimiz” soylularla bir kahve? Sayılır! Ne diyelim, 1. Fronteira Markisi gibi sivri zekanız, bu zekayı yansıtmanızı sağlayacak cesaretiniz ve bir araç olarak estetik sanatınız, hepsini de gerçeğe çevirmek için bol paranız olsun!