'Kızılcık Şerbeti' dizisiyle ilgili yazılan yazıları derlesek birkaç ciltlik kitap serisi olur. Dizinin izleyiciyle olan ilişkisinde önce şaşırma, beğenme, sonra destek olma duyguları vardı. Son haftalarda ise aşk ve nefrete dönen bir ilişki var. Senaristlerin izleyiciyle dalga geçtiğini bile konuşuyoruz zaman zaman. Her hafta fragmanlar ayrı krizlerin, çatışmaların cereyan ettiği sahnelerle dolu oluyor. Bu sayede söylene söylene her hafta ekran başına merak duygusuyla oturuyoruz.
Çatışma, hikayenin ana unsurlarının büyüdüğü, geliştiği bölgesidir. Mitoloji alanındaki çalışmalarıyla hikayeciliğin de kodlarını anlamamızı kolaylaştıran Joseph Campell, hikayenin kahramanını özgür olmasıyla tanımlar. Ona göre kahraman sahip olduklarını bırakıp mutluluğun peşinden gidebilendir. Bu gidişler çatışmanın da kaynağıdır. Kahraman(lar) aynı zamanda başroldür. Bu açıdan düşününce 'Kızılcık Şerbeti’ndeki neredeyse tüm karakterleri bir kahraman olarak düşünebiliriz. Ama kahramanların mutluluklarının peşinden (gerçekten) gittiğinden emin miyiz? Bugün bir karakter acaba diğerlerinden daha mı fazla kahraman diye sormak istiyorum.
'Kızılcık Şerbeti' son iki yıldır hakkında en çok konuştuğumuz, yazdığımız dizi olabilir. Televizyon ekranında ilk kez gündelik hayat içindeki seküler-muhafazakar çatışmasını bu diziyle izledik. 'Fatih-Harbiye’yi bir ekol olarak kabul edersek ilk defa demek iddialı olabilir ama hikayeyi anlatma biçimiyle farklı bir evren sundu 'Kızılcık Şerbeti'. Sonra Nursema için hem birbirimize karşı hem RTÜK’e karşı birleştik. Muhafazakar ve seküler ailelerin bir araya gelmesinden doğan çatışmalar ikinci sezonda ilginç bir hal almaya başlayınca dizi her hafta bir tenis maçına döndü. Karakterlerin tutarsızlıkları, hızlı değişimleri, tüm değişimlerin, olayların hep yüzeyde kalması ve karakterlerin derinleşememesi; sezon finaline doğru ilerlerken kızdığımız, söylendiğimiz, bazılarımızın izlemeyi bıraktığı (gerçi reytingler öyle demiyor) dizinin bizimle dalga geçtiğini bile tartışıyoruz zaman zaman. Bu dalga geçilme hissinin arkasında Nilay karakterinin olduğunu söylesem ne dersiniz?
Nilay, oyuncu Feyza Civelek’in başarıyla canlandırdığı, izleyicinin hem karaktere inanıp hem de duygularında zaman zaman değişim yaratan bir karakter. Nilay’ın ağzından çok sık duyduğumuz iki cümle var: “Ben size demiştim!” ve “Yok artık!” Nilay, hayatı siyah ve beyaz olarak algılıyor. Siyahtan beyaza çok hızlı geçiyor. Aralarda da griler içinde savruluyor. Burayı biraz daha açayım. Örneğin; bir yemek davetine icabet etmek gerekiyor ve Nilay hemen "Aman ne gerek var gitmeyelim" diyor. Evdeki diğer aile üyelerinden biri, özellikle Pembe veya Mustafa olmaz gitmemiz gerekir diyor. Nilay hemen çark edip "Tamam siz nasıl isterseniz" diyor. Ama o yemekte bir olay olduğunda Nilay’ın meşhur cümlesi devreye giriyor: Ben size demiştim! Nilay o kadar plastik bir karakter ki onun siyah ve beyaz arasında savruluşu gibi bizde izleyici olarak ona karşı hissettiklerimizde savruluyoruz. Nilay’a içinde taşıdığı kötülük yapabilme potansiyelinden ötürü kızıyoruz. İlk sezonda Doğa’nın bebeğini düşürmesi için çay hazırlamış ve Doğa çayı içmek üzereyken son anda çayı fırlatmıştı. Pembe ve Zülkar’la kurduğu tuzakları, aklının kurnazlığa çalışmasını sevmiyoruz. Kötülüğü her zaman yapmıyor ama çok sınırda dolaşıyor. Bir yandan da ailesi olmadığı için, Ünallar köşkünün içinde de sınıfsal bir ayrımcılık gördüğü için ona üzülüyoruz, kıyamıyoruz. Nilay dedikoduya olan tutkusu ve patavatsızlığı arasında kendisini en doğru karakter olarak görüyor, bu yüzden dokuz köyden kovuluyorum diyor. Nilay’ın tüm sahneleri bir parodi gibi yazılıyor.
Özellikle ikinci sezonda karakterler bir öyle bir böyle hareket edince acaba bu sahneleri ya da hikayeyi Nilay’ın gözünden mi izliyoruz diye düşünmeye başladım. Nilay neyi temsil ediyor diye düşününce karşıma iki kavram çıktı: Vasatlık ve sosyal çürüme. Nilay’ın yüzeyselliği, kendi çıkarı için hareket etmesi, kendi kendine rakipler yaratıp onlarla uğraşırken kötülüğün sınırlarında dolaşması ama bir şekilde kendini hep temize çekip acındırması... Toplumsal ahlak, sosyal çürüme, ötekileştirme. Nilay bu kavramlarla oynuyor. Bu yüzden 'Kızılcık Şerbeti’yle olan ilişkimiz gergin ilerliyor. Hikayeyi bu yönüyle düşündüğümde aklıma gelen diğer dizi 'Yasak Elma'. Siz de benzerlikleri biraz düşünün. Senaristin aynı kişi olduğunu unutmadan. Hikayenin Nilay gözünden anlatılması aslında en çok diğer karakterlere zarar veriyor. Derinleşemeden, hep yüzeyde olaylarla hızlı değişimler izliyoruz. Neden bu kızlar okula gitmiyor, Alev her hafta neden fikir değiştirip Apo’ya "10 yıl sonra boşansan bile sorun değil" diyerek birlikte olmayı kabul ediyor bilmiyoruz. Dediğim gibi 'Kızılcık Şerbeti' ile heyecanımızı, merakımızı hep canlı tutan, bizi derin düşüncelere zerk etmeden kahramanımız Nilay’ın gözünden izlediğimiz bir aşk-nefret ilişkimiz var.