Kızım

Kızım canım sıkıldığı zamanlar ya da üzgün olduğum zamanlar, karşımda üzgün otururdu. Benim anlık psikolojik durumumu, onun yüz ifadesinden okuyordum. Kediler için “nankör” nitelemesinin nereden geldiğini anlamamışımdır. Olsa olsa kedilerin özgürlük düşkünü olmalarını kabullenemeyen insanlar nankördür.

Abone ol

Son yıllarda sayısı hızla artan “yaratıcı yazarlık” kurslarında verilen derslerin sayısına ve adlarına baktığımda, belki de “en yaratıcı yazarlık” diyebileceğim “şiir yazma” ile çakışan pek fazla dersin olmadığını görüyorum. Örneğin bunlardan ikisi, İngiliz şair Auden’ın da böyle bir kurs açsa, ilk sıralara koyacağını düşündüğünü belirttiği iki ders: “Evcil hayvan besleme” ve “yemek yapma” Kesinlikle ben de böyle düşünüyorum. Hani, Afşar Timuçin hoca bir şiirinde diyor ya;

“Biz şimdi aşk öğrenelim

Şehirler haritalardan kaçmıyor ya

Bilgi nasıl olsa kitaplarda kendi malımız…”

Aynen öyle. Düşünebiliyor musunuz, güzel, lezzetli, özgün bir yemek yapamayan birisi şiir yazabilsin? Hele evcil bir hayvanla birlikte yaşamayan, en azından bahçesinde bir evcil hayvan olmayan bir insan şiir yazabilir mi? Bir kır yürüyüşünde karşısına çıkan oğlaklara dokunmayan bir şairin imgeleri ne denli organik olabilir ki? Çatıdan havalanan güvercinlerin kanat seslerini alkış sesleriyle karıştırmayan bir insan şiir yazsa ne çıkar? Elbette, karınca yiyen besleyen, sürrealist resmin babası, “çok yaratıcı” Salvador Dali bir istisna.

Bundan yirmi yıl kadar önce, evime bir yavru kedi aldığımda, inanın bu tür düşüncelerim yoktu. Görev yaptığım fakültede bir öğretim üyesi, bir kedi sahibi olmak isteyip istemediğimi, eğer istersem bana bir yavru kedi verebileceğini söylediğinde, bir evcil hayvanla yaşamanın anlamını bilmiyordum. O günlerde, köpeği olan başka bir öğretim üyesi arkadaşım da, beni bir köpeğimin olması gerektiği konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Ama ben, gözlemlerime göre, köpeklerin, sahiplerine çok bağımlı oldukları, benim yalnız yaşayan bir insan olarak, köpekle yeterince ilgilenemeyeceğim, eğer bir gün evime bir hayvan almayı düşünürsem, bunun bir kedi olacağı sonucuna varmıştım. İşte tanıdığım bazı şair ve yazarların, örneğin Bilge Karasu’nun (Hacettepe Üniversitesi’nde birlikte çalışmıştık ve onu yakından tanıyordum) kedisini öne sürüyordum. Bildiğim kadarıyla kedilerin bireysel takılmaları, köpeklerin sahipsiz yapamamalarına göre benim için üstün bir özellikti. İşte o günlerde, öğretim üyesinin teklifini kabul ettim ve yavru kediyi istedim. Ertesi gün getirdi. Bir kedi sepetinin içinde, minnacık (söylendiğine göre bir buçuk aylıkmış), çok sevimli, gri bir yavru kedi bana bakıyordu. Dişiymiş. Koyu çağla yeşili ve iri gözleri, gözlerini çevreleyen siyah çizgi, içeriden dışa doğru kıvrılan uzun bıyıkları, bir aslana benzeyen yüz biçimiyle, bir estetik ve masumiyet simgesiydi. Eve götürdüm. Sepeti açar açmaz, buzdolabının arkasına girdi. Oraya süt koydum. Ta gece yarısına, yatana kadar oradan çıkmadı. Sabah kalkar kalkmaz çevreme baktım. Kedi hâlâ buzdolabının altındaydı ve sütü içmemişti. Evden çıkarken çok kaygılıydım. Acaba onu almakla yanlış mı yapmıştım? Ya açlıktan ölürse… Fakülteye gelir gelmez, kedinin eski sahibini buldum ve olanları anlattım. Bana sakin olmamı, kedinin ilk tepkisinin böyle olmasının doğal olduğunu, annesinden ilk kez ayrıldığı ve yabancı bir eve gittiği için böyle davrandığını, kısa bir süre sonra normale döneceğini söyledi. Akşamüzeri, genellikle bir kafeye falan takılıp, sonra eve gittiğim halde, bu kez koşturarak eve gittim. O da ne? Kapıdan girdiğimde, benim kedi süt içiyordu. Onu hiç rahatsız etmeden içeri girdim. Kanepeye oturdum. Sütünü içmeyi bitirdi. Yalanarak etrafına bakıyordu. Ben de ona bakıyordum. Belli ki, buzdolabının altından daha yeni çıkmıştı. Çok tedirgin, meraklı, ürkek adımlarla ve bir tehlikeden korunur gibi yere yapışık, evin orasına burasına girip çıkmaya başladı. Evet, mekanı keşfediyordu. Ha, bu arada, eve gelirken, yol üstündeki bir kitapçıdan, kedilerle ilgili bir kitap almıştım. Yanlış hatırlamıyorsam, Avustralyalı, benim gibi yalnız yaşayan bir adamın, kendi kedisinden yola çıkarak, kedilerle ilgili okumalarını, bilgilerini ve deneyimlerini anlattığı bir kitaptı.

Sabah, kitaplıktaki küçük masamda kahvaltımı yaparken, o da karşı koltuğa kıvrılmış bana bakıyordu. Elimle masanın boş olan uzak köşesini göstererek, “gel kızım” dedim. Geldi. Oraya oturdu. Peynirlerden küçük parçalar yapıp önüne bıraktım. Bir kısmını yedi. Masadan atladı ve koridoru dönüp giriş kapısına gitti. Sessizce arkasından gittim. Kapının arkasına saklanarak izledim. Ah, oraya bıraktığım, içinde gazete kırpıkları olan eski plastik tepsinin içine girdi. Tuvaletini yapıyordu. Tanrım ne kadar masum ve sevimliydi. Geldi, kucağıma çıktı. Mırıltılar içinde yerleşti. Uyuyordu.

.

Bir ay kadar sonra, aşılarını yaptırmak üzere veterinere götürdüğümde, veteriner ciddi ciddi bir kayıt defteri çıkardı. İnsanla ilgili bir soru sorar gibi, kızımın adını sordu. Hay allah, kızıma bir ad koymak hiç aklıma gelmemişti. Çünkü ben ona sürekli, “kızım aşağı, kızım yukarı” deyip duruyordum. Ama şu anda, birkaç saniye içinde bir ad koymam gerekiyordu. Ben de, “Kızım” dedim. Kedinin adı oymuş gibi, hiç belli etmeden, soğukkanlı söyledim. O günden sonra, kedimin adı “Kızım” olarak kaldı. Zaten o da adını benimseyeli çok olmuştu.

Evim bahçe katı olduğundan, pencerenin bir köşesini açık bıraktım. İstediği zaman girip çıkıyordu. Geceleri, daha kafamda yatma düşüncesi oluşur oluşmaz yatağa koşup giriyordu. Akşamüstleri eve gelirken, daha eve iki yüz metre falan kala, bir bakıyordum, Kızım kaldırımda, beni karşılamaya geliyordu. Onu omzuma alıyordum ve eve birlikte gidiyorduk. Bir süre sonra, o çevrede “kedili adam” olarak bilinmeye başladım. Canım sıkıldığı zamanlar ya da üzgün olduğum zamanlar, karşımda üzgün otururdu. “Bin bir surat” diyordum ona. Çünkü benim anlık psikolojik durumumu, onun yüz ifadesinden okuyordum. Kediler için “nankör” nitelemesinin nereden geldiğini anlamamışımdır. Olsa olsa kedilerin özgürlük düşkünü olmalarını kabullenemeyen insanlar nankördür. Kızımla aramızda güçlü bir iletişim geliştirmiştik. Onun yapmasını ya da yapmamasını istediğim şeyleri, onun gözlerine bakarak düşündüğüm zaman, benim ne demek istediğimi hemen anlardı. Ama benim onu anlamadığım zamanlar da olurdu, elbette. Eğer onu anlamamışsam, yeterince ilgilenmemişsem, kitaplığın raflarına zıplayarak, kitapları aşağı düşürürdü.

Bir gün eve gelirken, Kızım beni karşılamaya gelmedi. Merakla eve girdiğimde, Kızım'ın arka bahçedeki dut ağacının üzerinden, yalvaran gözlerle bana baktığını gördüm. Aşağıda, ağacın altında, son derece belalı bir erkek sokak kedisi de ona bakıyordu. Belli ki sokak kedisinden korkup oraya sığınmıştı. Oysa arka bahçe onun egemenlik alanıydı ve yabancı kedilerin oraya gelmesine asla izin vermezdi. Ama bu sefer çetin cevize çatmıştı. İri, sarı lekeli, koca kafalı, yer yer yeni iyileşmiş yara izleri olan kediden, neredeyse ben bile korkmuştum. Kızım ağaçtan bana bakıyordu. Çaresiz, yardım isteyen gözlerle. Ona yardım etmemeliydim. Başının çaresine bakmasını bilmeliydi. Ona bakarak, “sana yazıklar olsun, bu kediden mi korkuyorsun? Ben de Kızım’ı cesur sanırdım” falan diyerek mırıldandım. O anda, beni dikkatle dinleyen Kızım, birden aşağı indi ve sokak kedisine öyle bir saldırdı ki, sarı bela kaçıp zor kurtardı kendini. Sonra içeri gelen Kızım'la güzel bir yemek yedik.

Kızım’la sekiz yıl birlikte yaşadık. Yalnızca duygularla gerçekleşen bir paylaşım. Pablo Neruda’nın, köpeğinden söz ettiği bir şiirinde, tanrının kendine de bir kuyruk verse, nasıl mutlu olacağını söylerken ki duygularını çok iyi anlıyorum. Kızımın, bir öğrencimin Van kedisi ile beraberliğinden, elmas taneleri gibi iki yavrusu oldu. Birisi ona öyle çok benziyordu ki, çok şaşırmıştım.

Kızımdan ayrılalı on beş yıl geçti. Onu çok özledim. Bazen sokaklarda yürürken, ona benzeyen bir kediye rastladığımda, çok heyecanlanıyorum. Ama o yabanıl bakışlarla kaçınca, düşkırıklığı içinde, öylece kalıyorum.

Bu öyküden sonra umarım Auden beni şairliğe kabul eder?