Kod 29 eylemleri villa kapılarında: 'Patron da bir günlüğüne rahatsız oluversin'

Kod 29 ve diğer emek düşmanı uygulamalara karşı direnişi patronun evinin önüne kadar taşıyan Migros işçilerinden Hüseyin Gül, "Evimize her gün icra geliyor. O da bir gün rahatsız oluversin" diyor.

Abone ol

DUVAR - Şimdiki zamanı tarih içerisinde nasıl kategorize etmek gerektiğini anı yaşarken farkına varmasak da geri dönüp baktığımızda her devrin kendine has kelime dağarcığı da olduğunu görebiliyoruz. Kod 29 da OHAL ve pandemiyle dönemiyle birlikte günlük hayatımızda sıkça rastladığımız bir kelime haline geldi, öyle kolayca gidecek gibi de durmuyor. İşçileri "İşveren tarafından ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranış nedeni ile iş akdinin feshi” anlamına gelen Kod 29 bugün on binlerce işçinin tazminatsız işten atılmasına ve çalışma hayatı boyunca damgalanmasına neden oluyor. Pandemi boyunca yapılan 'işten çıkartma yasağı' aslında Kod 29 ile birlikte on binlerce hatta belki yüz binlerce kez deliniyor. 

Rakamlardan bahsederken yuvarlak ifadeler kullanıyoruz çünkü Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından veriler açıkça paylaşılmıyor. Nitekim farklı verilerle durumun vahametini anlamaya çalışacak olursak İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi son bir yıllık dönemde Kod 29 ile işten atılan işçilerin sayısının yüzde 70 arttığını söylüyor. İSİG, aynı zamanda işe iade davalarının da yüzde 80'inin Kod 29 kaynaklı olduğunu ifade ediyor. Bununla birlikte Kod 29 ile işten atılanların sadece küçük bir kısmının tekil direniş yolunu tercih etmesine karşın ne sayıları ne yaşadıkları ne de çıkarttıkları ses azımsanacak cinsten değil. 

Biz de konuyu farklı yönleriyle birlikte daha iyi anlayabilmek için pandemi süresince emek hareketini ve işçilerin karşılaştığı zorlukları yakından takip eden isimlerden EMEP Genel Başkanı Ercüment Akdeniz, Umut-Sen Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu ve HDP İstanbul Milletvekili Musa Piroğlu ile konuştuk. Akdeniz  konunun sadece kâr-zarar hesabıyla yapılan çok basit bir uygulama olarak değerlendirilemeyeceğini söylerken Piroğlu artan sınıf kiniyle birlikte işçi direnişlerinin rotasının patronların evlerine doğru çevrildiğinin altını çizdi. Kod 29 ile şirketlerin nasıl sermaye birikimini arttırdığını anlatan Aksu ise konfederasyonların merkezi bir politika yürütüp egemenler üzerinde baskı kurmaya çalışmamasını eleştirdi. 

Fakat saydığımız isimlerin Kod 29'u siyasi ve emek alanındaki yansımalarına dair açıklamalarından önce, sözü meselenin öznesine vererek konuya başlamak gerekiyor. Migros Depo işçisi Hüseyin Gül, neredeyse 90 gündür ücretsiz izin ve Kod 29 ile işten çıkarılma başta olmak üzere pek çok emek düşmanı uygulamaya karşı arkadaşlarıyla birlikte direniyor. Migros işçilerinin anlattığı hikayeleri, aslında pandemi başından beri işçi sınıfından hemen hemen herkesin bir şekilde karşılaştığı zorlukların yoğunlaştırılmış hali gibi. Sözü fazla uzatmadan söyleşimizi aktarıyoruz...

'İŞSİZLİK KORKUSUYLA BİZE ÖLÜM REVA GÖRÜLDÜ'

Uzun zamandır Migros işçileri olarak haklarınızı arıyorsunuz. Sizleri çeşitli yerlerde direnişlerde görüyoruz. Bize kısaca bugüne kadar yaşadıklarınızı, nasıl ve neden aylardır mücadele sürdürdüğünüzü anlatabilir misiniz?

Biz 82 gündür direniyoruz, 'performans' yalanıyla ücretsiz izne çıkarılmak istendik. Fakat biz yüksek performans yapıp 'performans primi' alan liste başı elemanlardık hep. Tabii aslında sendikalı olduğumuz için bizi ücretsiz izin bahanesiyle kapı dışarısına koydular. Direniş başlattıktan 52 gün sonra da Kod 29 ile işten atıldık. 

Şunu söylemem gerekiyor, pandemi süresince işten çıkartmak yasak deniliyor, hükümet bunu söylüyor. Fakat görünen o ki Kod 29 denilen bir gedik açmışlar bu yasada, o yasayla da bizi işten attılar işte. Hiçbir somut gerekçe de yok, tek söylenen gerekçe 'ses yükselttin.' Mesela ben 'kötü niyet', 'ahlaksızlık', 'hırsızlık' gibi anlamlara gelen Kod 29 ile 'ses yükselttim' diye işten atılıyorum. O zaman bu ülkede sesini yükselten herkes kötü niyetli!

Sanırım diğer arkadaşlarınız için de yine 'ses yükseltmek' gerekçe gösterildi?

Evet tüm arkadaşlarımız için aynı şey söylendi. 40 ya da 45. günümüzde bizden bir savunma yazısı istendi, hâlâ Migros çalışanı olarak bakıyoruz ama bütün haklarımız askıya alınmış, 'ücretsiz izin'deyiz. Savunmaya gerekçe olarak söylenenler de 'yol kapatıyorsunuz', 'markanın imajını çiziyorsunuz' gibi ifadeler... Biz de dedik ki “Yol falan kapatmıyoruz, iş giriş çıkışını engellemek için önce orada oturma eylemi yapabilmemiz lazım.” Zaten biz bunu gerçekleştirmek üzere harekete geçer gitmez çevik kuvvet, kolluk kuvvetleri hemen yığılıyor oraya. Kırk kişiysek orada 200 tane polis duruyor.  Biz öyle bir ortamın içerisinde oturma eylemi yaptığımız zaman zaten gündem daha farklı oluyor. Kapının önünden atılana kadar öyle bir şeye de yeltenmedik.

Peki ücretsiz izin öncesinde, özellikle pandemiyle birlikte değişen çalışma koşullarınıza dair neler söyleyebilirsiniz?

İş şartları ağır, Türkiye genelinde de depo şartları genel olarak ağır işliyor. Zaten ağırdı ama pandemiyle birlikte Migros işini üçe, dörde katladı. Eh, şimdi mevcut atıyorum 700 tane eleman var, o 700 elemanla bize 1500 elemanın işini yaptırmaya çalışıyorlar. Tamam, arkadaşlardan borçları olan var, yeni evlenenler var, aldığı maaşa göre hayat idame ettirmeye çalışan arkadaşlarımız var. Ben bekar olarak belki o kadar yükümlülüğüm yok ama, o yükümlülüğün altında ezilen insanlar vardı. Mesela Fatma ablamız vardı ve “Çocuklarım var onlarla da ilgilenmem lazım, haftada bir gün en az izin yapmam gerek” dediğinde “Bize mi sordun çocuk yaparken” deniliyordu. Bu aslında bir tacizdir. 

Biz pandemiyle birlikte 08.00-22.30, cumartesi ise 24 saat çalıştırılmaya başladık. Bunu da yalanlamaya çalışıyorlar ama bordrolar elimizde. Haftalık 90 saat mesai yapmışız, ben aylık 120-150 saat mesai yapmışım, maşımı da almışım. Yalanlayabilecek bir şey yok burada. Pandemi aynı zamanda iş yerinde baskıyı da beraberinde getirdi. Dışarıda iş yerleri kapanmaya başlayınca bizimle yapılan toplantılarda işsizlik vurgusu yapılmaya başlandı: “İşinize geliyorsa”, “Dışarıda işsizlik var, buyurun gidin, güvenliği çağıralım mı? Kapı orada” gibi. Bir de pandemiden sonra Migros billboard'larda sürekli “Türkiye'de hijyen markası, bilmem ne sertifikalı ilk alışveriş zinciri” diye reklamlar yayınlıyor. Biz de onlara diyorduk ki içeride sosyal mesafe yok, yemek sırasında asla böyle bir mesafe yok! Ulaşımımızı sağlayan servisler sözde yarım kapasitede ama araçlarda tıklım tıklım gidiyoruz! Yemek yediğimiz yerde faraler, kediler ve bunların pislikleri var... Bunları söylediğimiz zaman 'işinize geliyorsa' deniyor. 

Dediğimiz gibi 700 kişiyiz, 2 tane lavabo kullanıyoruz kadın erkek karışık. 700 sadece depo çalışanı, bir de dışarıdan sevkiyat kamyonları geliyor. Onlarla birlikte 1100-1200'ü buluyor ve bunca insanı iki tane lavaboya mahkum ediliyor Diyoruz ki ek lavabo yaptırın, gelen yanıt “Bizim yıllık bilmem ne kadar ciromuz var, onu bilmem ne kadar seviyeye getirene kadar da oraya lavabo yaptıramıyoruz. Buranın mülkiyeti Fenerbahçe'nin eski başkanı Aziz Yıldırım'ın*, onun izni olmadan çivi çakılamıyor, tuvalet için ondan izin belgesi almak gerek” gibi şeyler söylendi... Biz de 'tamam tuvalet yapamıyorsunuz, madem çalıştığımız yerde bozuk olan aletleri, altyapıları düzeltin' dedik. Benden performans bekliyorsun ama benim yolum bozuk, ben ranza deviriyorum, tüm bu ürünler devriliyor? Bize hep 'biraz daha idare edin, ödeneğimiz yok' diyerek sürekli konuları erteliyorlardı. Bunun haricinde pandemiden dolayı herkes bas bas bağırıyor 8 saat uyumanız gerekiyor diye ama biz 5 saat bile uyuyamıyoruz. Sürekli 'işinize geliyorsa, kapı orada' gibi bizi hep sindirmeye çalıştılar. 

Biz işten çıkartılmadan 1 ay önce yüzde 50 doğruluk oranı olan bir Covid testi yapıldı çalışanlara. Orada 700 kişiden 90 küsur arkadaşın testi pozitif çıktı. Bu arkadaşlar ya sevkiyat kamyonlarıyla ya da kendi imkanlarıyla hastanelere bırakıldı, geri kalana hiçbir şey yapılmadı. Ben zaten soğuk hava bölümünde çalışıyordum, benim orada 6 tane arkadaşımın testi pozitif çıktı, zaten 40 elemandık o zaman o bölümde. Ki beraber yemek yediğimiz, omuz omuza çalıştığımız arkadaşlar bunlar. Eh mesela ben temaslıyım, annem evde hasta, kronik rahatsız... ona bulaştırma riskim var. “O zaman 15 gün ücretsiz izne çık, idari izin veremiyoruz” denilerek dışarıdaki işsizlik korkusuyla ölümü de bize reva gördüler.

'TARAFSIZ' POLİS PATRON OĞLUNUN ELİNİ SIKIYOR'

Son dönemde direnişinizin önemli bir bölümünü de Anadolu Grubu Başkanı Tuncay Özilhan'ın villasının önüne taşıdınız. Sizi bu aşamaya sürükleyen nedenler hakkında neler söyleyebilirsiniz, süreç nasıl gelişti de kendinizi villa kapılarında buldunuz?

Biz Migros bünyesinde çalışan taşeron firma Us Grup çalışanıyız. Us Grup'a gidip “Bir kısa mesajla işten çıkartıldım, beni neden çıkarttınız?” diye insan kaynaklarını aradığımda “Bizim elimizde olan bir şey yok, Migros bize bu yönde bir mail attı, biz de dediklerini yaptık” dendi. Us Grup patronuyla da görüşme sağlandığında 'biz aracıyız, Migros'a ileteceğiz' dedi ve işin muhatabı olmadıklarını söyleyerek kendilerini geri çektiler. İlk başta Us Grup'a karşı direnirken baktık ki muhatap Migros. 

Migros da ses vermeyince kendimizi görünür kılmak için asıl işverenimiz olan, Migros'un sahibi Anadolu Grup'a gittik, direnişin bir ayağını oraya taşıdık. Orada da bizi görünmez kılmaya başladılar, çünkü alt katı polisle çevreleyip sana bırakılan alanla seni görünmez kılıyor. Direniyorsun, 200 tane polis geliyor, alanını da daraltıyor, müziği-sesi de kıstırıyor... Sonuç olarak sen görünmezsin orada, yoksun! Bin yıl da dursan orada artık sesin çıkmayacak, çıksa bile görünmüyorsun. 

Hal böyle olunca biz de sesimizi duyurmak için patronun evine gittik. Biz rahatsız olduk, ailemiz var ve evimize her gün icra geliyor. Kiralarımızı ödeyemiyoruz, elektriğimiz suyumuz kapandı... Biz hayatımızdan vazgeçmişiz artık, bizim artık kaybedecek bir şeyimiz de yok. Eh, bari dedik Tuncay Özilhan da rahatsız olsun. Biz her gün rahatsız oluyoruz, bizim kapımız her gün çalınıyor. O da bir gün rahatsız oluversin. Geçen hafta Özilhan TÜSİAD'a gittiğinde biz de oradaydık, sesimizi duyurabileceğimiz bütün kanalları kullanıyoruz. 

Geçtiğimiz hafta Tuncay Özilhan'ın oğlu ile bir görüşme sağladınız. Bu esnada sizin dikkatinizi çekenler nelerdi? 

Geçen gittiğimiz zaman, önce güvenlik güçleri her zamanki gibi bize saldırdı. Orada polis var ama onlar da görmezden geliyor. İki hafta önce aynısını Anadolu Grubun önünde yaptı mesela, özel güvenliklerle saldırdı. Polisler de geldi basın açıklaması yapmamıza izin vermedi. O ara Tuncay Özilhan ile oğlu geldi, İzzet Özilhan. Oğlu böyle müthiş bir özgüvenle böyle arabadan indi polislerle görüştü. Öncesinde “Biz sizin güvenliğiniz için buradayız, taraf değiliz” diyen polis, ne hikmetse bizim sendika başkanımızın elini sıkmıyor ama İzzet Özilhan'ın elini sıkıyor. Bir de nasıl bir el sıkma, görseniz minnetle sıkıyor!

Biz derdimizi İzzet Özilhan'a anlattığımız zaman ilk 'haberdar değilim' dedi ve Şeyma arkadaşımız durumunu “Biz artık ölme noktasına geldik, eve ekmek götüremiyoruz” ifadeleriyle açıkladığında “Bodrolarınıza bakın, bodrolarınızda Migros mu yazıyor” pişmiş pişmiş dedi, 'muhattabınız biz değiliz, bizi niye rahatsız ediyorsunuz' demeye getirdi. Başta 'haberim yok' diyen adam, görünen o ki süreci başından beri takip ediyor. Rahatsız olduysa da buna bir çözüm getirmek zorunda.

AKSU: ŞİRKETLERE YARGI KURUMU YETKİSİ VERİLİYOR

Kod-29 nedeniyle devam eden pek çok direnişe tanıklık ediyoruz. Ortak mücadele veren işçilerin yer yer yine ortak açıklamalar yaptığını da gördük. Fakat daha uzaktan bakmak gerekirse Kod-29 karşı örgütlü işçi mücadelesinin sahada karşılaştığı zorlukları nasıl tarif edebilirsiniz? 

Başaran Aksu

Bütün bu mücadeleler lokal düzeyde ya da işten atılan işçilerin, iş yerleriyle ya da sendikalarla sınırlı bir talep olarak dile getiriliyor, fakat çok farklı noktalarda onbinlerce işçinin Kod 29 ile birlikte işten atıldığını biliyoruz. Kod 29 ile öteden beri işçiler ahlak ve iyi niyete aykırılıktan işlerinden atılıyorlar. Hatta OHAL yasasının -yanılmayayım- 11 ya da 13. maddesi. OHAL döneminde de işten çıkartma yasak olduğu için o zaman diliminde de onbinlerce işçi aynı maddeden işten atıldı. Bir tek oradan açık kapı bırakılıyor ve topluma işten atmak sanki yasakmış gibi bir propaganda yürütülüyor. İşçiler de kendi başlarına gelince “Hani işten atmak yasaktı?” diye şaşkınlıkla karşılıyor.

Kod 29'un özellikle pandemi döneminde yaygın olarak uygulanması işçinin daimi bir işsizlikle karşı karşıya kalmasına neden oluyor. Çünkü 'ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırılık' maddesinden atılmış bir işçinin maddesinin suistimal edilerek uygulanması başka bir yere başvurmasını da etkiliyor. O iş yerine kağıt gidiyor ve o kişinin etrafında “Bu insan, ahlak ve iyiniyet kurallarına aykırı davranmıştır” diye ve hırsızlık gibi normalde ceza kanununu ilgilendiren meselelerle ilgili bir şaibeyi doğuruyor. Dolayısıyla damga esas olarak bir pranga takıyor ve işçi bu prangayla ömrünü tamamlamakla karşı karşıya kalıyor. Aslında iş yeri-şirket bir yargı kurumuymuş gibi birisinin hakkında onun kişilik haklarını da, saygınlığını da ortadan kaldıracak şekilde bir uygulamaya girişiyor.

Sendikalar bu meselede kendilerinin öncüsü olduğu iş yerlerinde -bu da 15 milyon işçinin 1.5 milyonuna tekabül eder- karşılaştıkları zaman çoğunlu da mücadele etmeyi seçmiyor, sınırlı sendika Kod 29'u gündeme getiriyor. Konfederasyonlar bu işçi düşmanı, insanlık düşmanı tutuma karşı merkezi bir yoğunlaşma, itiraz, eylem, isyan ifade eden bir tavır alışlardan uzak duruyorlar. Tekil düzeyde olunca da bu vaka haliyle tekil düzeyde konuşuluyor. En fazla aynı anda 5-10 işyerinde Kod 29 ile ilgili bir işçi direnişi ortaya çıkınca da sanki daha büyük bir tepki varmış gibi yansıyor. Oysa çözüme dair bu konfederasyonlar kendi ağırlıklarıyla işverene ve siyasi iktidara bir müdahalede bulunsalar, yani “gelin kardeşim bu konuyu konuşalım” deseler bu uygulamaya müdahale ederler ve başarılı da olurlar. 

Peki sizce konfederasyonların böylesi bir tavra yanaşmamasını neye bağlamamız gerek? 

Çünkü bu Kod 29'u uygulayanlar (beraber değerlendirmemiz gereken sermaye düzeni, egemenlik ilişkisi ve AKP iktidarı) bu sendikal düzeni de doğrudan ya da dolaylı olarak kontrol altında tutuyorlar. Bu tarz durumlarda birleşik bir mücadele ve birleşik bir müdahalenin imkanlarını yok etmeyi, onları kontrol altında tuttukları sistem sayesinde başarabiliyorlar. Dolayısıyla Kod 29 ile on binlerce işçiyi işten atabiliyorlar ya da 2 milyon 700 bin işçiye ücretsiz izin uygulanabiliyor. Bunu da sendikal örgütlenme kılıcı ya da işyerinde hak arayan, itiraz eden işçileri cezalandırıcı bir mobbing uygulaması olarak gündeme getirip işçiyi onun kıdem ve itibar haklarını da çözmenin bir mekanizması olarak var ediyorlar. Çünkü ücretsiz izne çıkartılan bir işçi, ücretsiz izne geçirilemeyeceğini anladığı anda istifa etmek isterse grev ve ihbar haklarını o zaman seçmek zorunda. Dolayısıyla da işverenlere bu yolla önemli bir sermaye birikimi elde etme olanağı sunuyor.

Bir de şu tarafı var, Kod-29 gibi durumlarda genellikle Türkiye'de 10 işçiden 1'i dava açma yolunu tercih ediyor. Dolayısıyla 9'unun o yıllar boyunca oluşturduğu kıdem, ihbar,  pirim, mesai gibi haklar otomatik olarak bir birikim olarak sermayeye aktarılıyor. Yani 10 işçiden 9'u dava açma yolunu seçmiyor, dolayısıyla o şirkette 9'unun on yıllar boyunca biriktirdiği toplam, patrona-şirketlere sermaye birikimi olarak kalıyor. 

'KONFEDERASYONLARIN ÜCRETSİZ İZİN TALEBİ HATAYDI'

Sizin sendikal hareket içerisinde bu döneme kadar gözlemlediğiniz başka noktalar var mı? 

Biz öncelikle şuna itiraz ettik, ücretsiz izin konfederasyonlar tarafından talep edildi. Bu bir yanlıştı, hataydı. İşveren örgütleri bu zaten istiyorlardı. Yani esnekleşmeyi mümkün hale getirecek işten çıkartmayı kolaylaştıracak bir mekanizma olarak işveren örgütleri savunuluyordu fakat konfederasyonlar tarafından böyle bir şey talep edildi. Ve 'bu dönemde işten atılma olmayacak' gibi bir propagandanın tüm topluma yayılmasına işçi konfederasyonları aracılık etti. Biz ilk günden beri bunun yanlış olduğunu ve sonuçlarının ağır olacağını iddia ettik, hatta bu nedenle de eleştirilere maruz kaldık. Çünkü biz OHAL'den tecrübeliydik. O dönemde de aynı madde üzerinden yüz binin üzerinde işçi attılar. Fakat uygulama OHAL ile pandemi arasında adeta kesintisiz devam etti ve yurdun çeşitli bölgelerinden pekçok insan bu uygulamaya maruz kaldı. Kaldı ki bunun çok çok küçük bir bölümü dışarıya yansıyor. İşçiler bir tepkiye cesaret bulabildikleri anda gündeme gelebiliyorlar. “Bu konuda itiraz edin, mahkemeye başvurun, direnme gibi bir niyetiniz varsa biz sizinle bu direnme sürecinde birlikte oluruz, kolaylaştırırz” dememize rağmen cesaretlendiremediğimiz benzer uygulamalarla atılan yüzlerce iş yeri var ve bunların belki yüzde %1'i kamuoyuna derdini anlatma yolunu tercih ediyor. 

Bir de şöyle bir şey var, bakanlık Kod 29'dan atılanların sayısını yayınlamıyor, konuya dair bilgi ya da veri de yok. Biz insanlara ulaştıkça bu uygulamanın yaygınlığın farkına varıyoruz. Bakanlık mesela ücretsiz izinle ilgili verileri açıklıyor fakat Kod 29'dan pandemi sürecinin başından beri atılan işçilerin sayısıyla ilgili bir veriye ulaşmak imkansız. Çünkü bu veriye ulaştığın anda bu uygulamanın işverenler tarafından nasıl bir suiistimal olduğu, tablonun vahameti açığa çıkacak.

PİROĞLU: GERMİNAL'DEKİ KASABAYI ALMIŞLAR, MİGROS DEPOSUNA KURMUŞLAR

Kod 29 uzun süredir varlığını sürdürüyor ancak pandemi boyunca adını daha sık duyduğumuz bir konu haline geldi. Siz de son bir yıllık Covid krizi boyunca bu krizden doğrudan ya da dolaylı olarak etlilenen emekçilerin mücadelesine tanıklık ediyorsunuz. Gördüklerinizden, dinlediklerinizden yola çıkarak Kod 29'un neden bugün konuştuğumuzu ve son bir yılda değişen noktaların neler olduğunu söyleyebilirsiniz? 

Musa Piroğlu

Salgın, iktidar tarafından topluma baskı mekanizmaları kurulmasının bir fırsatı olarak görülürken, sermaye açısından da Kod-29 vb uygulamanlarla işçi sınıfına karşı saldırının fırsatına dönüştürüldü. Bu süreç boyunca 'çarklar dönecek' denilerek işçiler 'hastalık-ölüm' ile 'açlık-sefalet' arasına sıkıştırıldı. Şu anda salgının sosyal boyutlarıyla boğuştuğumuz süreçte de işçileri 'yoksulluk-sefalet' ile 'zorla-kölece çalışma' arasına sıkıştırıyorlar. 

Nelere denk gelmiyoruz ki? Basitçe söyleyeyim, ben Migros işçilerini ziyaret ettim, anlattıklarını dinledim. Hikayelerine kulak verdikten sonra tek cümleyle şöyle şöyle özetledim: “Germinal'de Emile Zola'nın anlattığı maden kasabasını kaldırmışlar, 2021 yılında Türkiye'deki o depoya kurmuşlar.” Benzer çalışma koşulları aşağı yukarı bütün sektörlerde söz konusu. İşçinin örgütlülüğü yok edildi, sendikalar neredeyse hareket edemez hale getirildi, taşeron kalıcı hale getirildi, güvencesizlik kural haline getirildi ve düşük ücret politikaları bundan beslenerek yürüdü. Elbette bunlar iktidarın marifetiyle yapıldı. 

Örneğin, bir çok organize sanayi sitesinde patronların 'ücretsiz izin' tehdidiyle işçilerin ücretini düşürdüğüne tanık olduk. Yine aynı tehditle işçilerin fazla mesailerde kölece çalışmaya zorlandığını gördük. Son süreçte Kod-29 ücretsiz izinin yerini doldurdu ve işçilerin işten atılmasının bahanesi haline geldi. İşçiler ağır koşullarda, büyük bir yoksulluk içerisinde çalışıyorlar. Küçük bir azınlık haricinde işçiler asgari ücret seviyesinde -hatta çoğu yerde altında çok düşük ücretler alıyorlar. Kaçak çalışma çok yüksek. Özellikle mültecilerin kaçak işçi emeği Türkiye'de yaygın bir şekilde kullanılıyor. Böylece ülkedeki emek piyasası 'ucuz işgücü' piyasasına yani patronların cennetine dönüştürülmüş durumda, iktidar bunu yarattı. İşçiler arasında ise korkunç bir öfke birikiyor...

'PATRONDAN ÖNCE DİRENİŞE POLİS GELİYOR'

Bu öfkenin nasıl oluştuğunu söyleyebilirsiniz?  

Ben uzun bir süredir 'sosyalistlerin temel sıkıntısının sınıf kininin işçiler arasında kaybolmuş olduğu' iddiasına sahiptim. Sınıf kini nedir, 'yoksulluğun sebebinin patronların zenginliği olduğu' tezidir. İşçiler uzun bir süredir zengilere, patronlara, onların yaşam tarzlarına, lükslerine, harcamalarına kızmıyorlardı. Pek çok yoksulun kafasında patron olma hayali söz konusuydu. Ama son bir yıldır, ciddi şekilde sınıf kini oluşmaya başladı. Bunu, gezdiğimiz bütün şantiyelerde ve direnişlerde görmeye başlıyoruz. Basittir, Bimeks işçisi patronun yalısının, villasının önünde protesto ediyor, Migros işçileri Anadolu grubunun kulesinin önünde protesto ediyor. Dev Yapı-İş'e gittiğimde de orada iki tane kuleyi dikip işçilerin parasını ödememek için direnen bir patron vardı. İşçilerde bu sınıf kinini oluşturan şeyin ayaklarından biri, artık kendi yoksulluklarının sorumlusunun patronların zenginliği olduğunun farkına varmaları ve o zenginliğe öfkelenmeleri. 

Ama bunun ötesinde bir yaşamsal öfke söz konusu. İşçiler sadece yoksul değil. İşçiler sadece düşük ücret almıyor. İşçiler sadece kötü koşullar altında çalışmıyor; egemenlerin hegemonyası olduğu sürece işçiler buna katlanır. Savaş dönemleri, kıtlık dönemleri ya da Türkiye'de Kemal Derviş dönemi... düşük ücret politikalarına, çeşitli milliyetçilik vb söylemler altında insanlar kötü yaşam koşullarına da katlanır. Ama artık işçiler sadece düşük ücret almıyor, insanlıktan çıkarılmış biçimde çalışmaya zorlanıyor. Yemekleri çok kötü, iğrenç! Çalışma yerleri, çalışma yaşamları çok kötü ve gündelik yaşamları korkunç bir adaletsizlik üzerinde yükseliyor. Yani bir toplumsal öfke söz konusu. İşçilerin öfkesi artık sadece ücretleri için değil, kendi yaşam koşullarının değişmesi.

Ben bir arkadaşımla konuşurken bunu Kürt halkının uyanmasına benzettim, 'insan olma çabası' diye. İnsanlıktan çıkarmaya çalışanların, her çeşit insani değere saldırı altında olanların, insan olduğunu fark etmesi ve insan olmak için mücadeleye girişmesi. İşçinin kendi sınıf kimliğini fark etmesi ama bu kimliğinin artık sahiplenerek bunun onore edilme çabası var. İnsan olma çabası budur. İşçi işçiliğinden utanmıyor, işçi işçiliğinin insan gibi kabul edilmesini istiyor. Doğal olarak da çevrenin de kendisi gibi olmasını talep ediyor. 

Mesela ben TBMM'de basit bir iş yaptım, Paris Komünü'nün temel sloganıdır 'bütün ücretler işçi ücretine indirilecek' diye. Bunu talep ettim mecliste. İnanın binlerce insan mesaj attı, bunun içerisinde her siyasetten insan var. Ve şunu söylüyorlar, “Madem ki eşitiz, hepiniz bizim gibi olun!” Bunu demek aslında hepimiz 'hepimiz eşit düzeyde ortak bir zenginliği paylaşalım' demektir. İşçilerin arasında bu öfke büyüyor. Mücadelenin kaynakları da büyüyor. Egemenlerin ve iktidarın hegemonyası çökmüş durumda ve işçiler şunun da farkında: bu iktidar var olduğu sürece de haklarını alamayacaklar. Ne zaman sokağa çıksalar, direnişe geçseler polis barikatını görüyorlar. Patrondan önce polis geliyor! Biz bunu Torunlar'daki işçi cinayeti sırasında görmüştük, asansör çöktüğünde ambulanstan önce TOMA gelmişti. İşçi kafasını kaldırdığında karşısında jandarma dipçiğini, polis copunu, biber gazını görüyor. Devlet yekvücut patronla arasına girdiği için aslında işçi şunun farkında: Bu iktidar bu baskıcı politikaları devam ettiği sürece, iktidar patronların istediği yasaları çıkardığı sürece, her istediğini yaptığı sürece işçinin hakkını alma şansı yok!

Bir-iki örnek verebiliriz. Birisi Soma işçilerinin talebiydi, alay komutanına sesleniyordu 'senden korkmuyoruz' diye, Bimeks işçisi bağırıyordu 'benim yanımda olman gerekir niye karşıdasın' diye, geçtiğimiz günlerde Migros işçisi dedi ki 'bu yasalar hep bana mı söküyor' diye. Ben bunu söylemiştim, yine söyleyeyim: Devlet patronların devleti olduğu sürece polis patronları koruyacak, yasalar onları korumaya devam edecek. Ve işçiler bunu kendi yaşamsal deneyimleriyle fark etmeye başladılar ve bu politikalara karşı da tabanda bir kaynaşma hali var. 

Şunu söyleyerek bitireyim, biz direnenleri görüyoruz. Bu direnişler küçük ve buralardan umut besliyoruz ama ben direnişe geçmemiş ama kaynaşan devasa bir kitle ile iç içeyim. Korkulacak esas kitle de orada, çünkü onlar harekete geçtiği gün hepsini yıkacaklar. Direnişler onlara yapılması gerekeni öğretiyor. Soma'da Kamil Kartal'ın söylemi işçiye ne yapması gerektiğini öğretti, Migros işçisinin TÜSİAD'ın önüne yıkılması ona ne yapması gerektiğini öğretti, Dev Yapı-İş'in sözkonusu holdinge ait Colin's mağazalarına girmesi ona ne yapılması gerekeni öğretti. Patronlar bir anda işçilerin bu kararlı mücadelesi karşısında eskisi kadar korunaklı ve güçlü savunmalarının olmadığının farkına vardılar. 

AKDENİZ: KOD 29 İLE AKP ESKİMİŞ ARABADAN İNDİ, FERRARİ'YE BİNDİ

Kod 29'u bugün yeni bir kelime gibi algılamamızdaki neden sizce nedir? Benzer örneklerle bu terimin hukuksal ve siyasi dayanağını açıklayabilir misiniz? 

Ercüment Akdeniz

Aslında grev hakkı kadar lokavt tehdidi de yasalarda mevcut, lokavt var diye sermaye kesimleri bunu her zaman uygulamıyorlar. Ama o her zaman işçi sınıfının üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanır. Yani olağanüstü durumlarda, ekonomik kriz, açlık-yoksulluk dönemlerinde ve şimdi pandemide mesela, lazım olduğunda devreye konulur bunlar. Bu Kod 29 da böyle bir iş kanunu içerisinde yer alan bir madde. Daha önce de var, İş Kanunu'nda 25/2 diye geçiyor ve yeni bir madde değil bu. İşte şimdi lazım oldu ve aslında yasaların ne kadar anti demokratik ne kadar emek düşmanı olduğunu da ortaya çıkartan bir gerçeklik oldu. Sendikalar “bunlar uygulanmıyor” diye belki bugüne kadar yol aldılar ama işte böylesi özel dönemler için kullanmak için varlardı. Dolayısıyla da bu işçi sınıfına dair saldırı sürecinin de yasal dayanağını oluşturuyor. 

12 Eylül Anayasası'nın ve 24 Ocak Kararlarının yol verdiği bir çalışma hayatı ve ona dair bir hukuk sisteminin sonuçlarını yaşıyoruz. AKP ne yaptı son 19 yılda? Eskimiş bir arabadan inip 'Ferrari'ye' bindi, şimdi tam gaz gidiyorlar. Esas rota 12 Eylül ve 24 Ocak'ın işçi sınıfı üzerindeki tahakkümü ve tehdit unsurlarını en güçlü şekilde uygulamak.

İkinci olarak sahada görüştüğümüz işçilerden bahsetmek gerekirse eğer, yurdun çeşitli yerlerini gezerek buralarda Kod 29 ile işten atılan emekçilere kulak veriyorsunuz. Karşılaştığınız manzaraları bizimle paylaşabilir misiniz?

Geçen günlerde ben Gaziantep'teydim, Yasin Kaplan Halı ve Güven Boya'daki işçilerle görüştüm, onları dinleme şansım oldu. Hakkını arayan, itiraz eden ya da sendikalılaşan işçiyi hemen kapının önüne koyup 'Kod 29' diye hemen damgalıyorlar. Anladığımız kadarıyla bu aynı zamanda işçileri fişleme aracına dönüşmüş durumda. Çünkü Kod 29 damgasını yiyen işçi, başka yerde iş bulamıyor. Fabrikalar kendi aralarında bir liste çıkartıyorlar ve o sisteme göre başka iş bulamıyor. 

Bu ne demek? İşçi sınıfının öncü bölüğünün çalışma hayatının dışarısında bırakılması ve bu tasfiyenin kalıcı hale getirilmesi demek. Dolayısıyla sadece kâr-zarar hesabıyla yapılan çok basit bir uygulama değil bu, doğrudan doğruya işçi sınıfına yönelik ideolojik-politik bir saldırı bu. Çünkü sınıfın ön cephesini kesiyor. 

'SALDIRI HAKKINI ARAYAN TÜM İŞÇİLERE YÖNELİK'

Bir diğer konu da şu, şimdi tazminatsız işten atmayı getiriyor. Bu da biat etmeyi zorluyor. Yani ibreti alem için öncü işçilerin adeta 'sallandırılması' demek bu. Üç kuruşluk tazminat hakkı varsa, çoluk çocuğuna işsiz kalacağı zamanda bu insanlar bu tazminatla bakacaksa, o şansı da ortadan kaldırıyor. İşçi sınıfına verilmek istenen mesaj şu: “Beterin beteri de var. Burnunuzdan getiririz, aileniz, çocuklarınız bir bütün olarak per perişan ederiz.” Dolayısıyla saldırı, sadece Kod-29 ile işsiz kalan işçiler değil aslında onlarında hak almaya yönelen bütün işçilere yönelik. 

Ahlaksızlık suçlaması da önemli bir konu. Çünkü ahlak görece bir kavram. Üstelik sınıflar üstü bir değil, sınıfsal bir kavram. En net ifadesini de burada görüyoruz. Burjuvaziye has ahlak anlayışı bu. Yani hak arayan, birleşen işçi anında kapı önüne konulabilir. Çünkü bunlar ona göre burjuva ahlakı çiğneyen bir yaklaşım. Burada işçi sınıfının kendi ahlaki perspektifiyle hareket etmesinden daha doğal bir şey yok: O da mücadele! Onun ahlakı da bu olabilir, hak aramaktan başka bir şey olamaz. Dolayısıyla iki ahlak kavramının çarpışması var. Burada en büyük ahlaksızlığı da patronlar ve onlara destek veren siyasiler yapıyorlar. .

Son olarak şurası önemli, DİSK Tekstil Sendikası'ndaki işçilerin Kod 29 ile ilgili yaşadıkları durumu mahkemeye taşıdılar ve buradan olumlu bir yanıt alındı. Fabrika önünü bırakmıyorlar ve mahkeme süreç sonunda tazminatsız atılamayacaklarına hükmetmiş ve tazminat alıyorlar. Bu bir kırılma, bir emsal olabilir.

* Açıklama: Haberin yayınlanmasının ardından Aziz Yıldırım'ın avukatı Abdürrahim Erol tarafından iletilen açıklamada, Migros yönetimi tarafından işçilere yapılan açıklamadaki iddia yalanlandı. Erol açıklamasında, "Haberinizde ismi geçen, şirketler, tesisler ve/veya depolar Aziz Yıldırım'a ait değildir" dedi.