Kök salma ve yabancılaşma ikileminde bir kadın

Jhumpa Lahiri, Domingo Yayınevi tarafından yayımlanan 'Olduğum Yer' romanında, bir şehirde tek başına yürürken kök salma ve yabancılaşma ikilemine düşen bir kadının hikayesini anlatıyor.

Abone ol

"Kendini bilmek", Eski Yunan’da sınırlarının farkında olmak, gidilen yolun ayırdına varmak, bilmediklerini bilmek ve bildiklerinin hududunu bilmek gibi manalara geliyordu. Başka bir deyişle kişinin kendi sınırlarını, duygusal ve bilişsel durumunu kavraması demekti. Kısacası kendini tanıma anlamına geliyordu.

Öte yandan "kendini bilmek"; bir anlam arayışına denk geliyor. Sokrates’ten miras kalan bu edim, modern edebiyatta bazı yazarların öykülerinde ve romanlarında karşımıza çıkıyor. Onlardan biri de Jhumpa Lahiri.

Önemsiz gibi görünen ayrıntılara yoğunlaşan ve sıradan insanların eylemlerini anlatan Lahiri, hem kalabalıklar arasında geziniyor hem de kişinin benliğinde gerilimin hakim olduğu sokaklarda. Yazarın yarattığı karakterler yürüyor, etrafında olup bitenlerle birlikte kendisini de anlamaya çabalıyor. Yürürken bazen sokağı, insanları, manzarayı ve dünyayı paranteze alıp yalnızca zihnine yoğunlaşıyor, bazen de tüm bunları her şeyin merkezi haline getirip sırdaşı kılıyor. Lahiri, 'Olduğum Yer'de bunları güçlü şekilde hissettiriyor okura.

'BEKLENMEYENDEN KAÇIŞ YOKTUR, HAYAT GÜNBEGÜN YAŞANIR'

Lahiri, 'Olduğum Yer'de kendisini yersiz-yurtsuz hisseden, başka insana ve mekana ait olmadığını duyumsayan, bir şehirde tek başına yürürken kök salma ve yabancılaşma ikilemine düşen bir kadının hikayesini anlatıyor.

Lahiri, anlatıcı başkarakter eşliğinde uzun bir yürüyüşe çıkarıyor bizi; onunla görüyor, işitiyor, düşünüyor ve zaman zaman dertleşiyoruz. Bu yürüyüş, bazen bir savrulmaya bazen bulunanla yetinmemeye bazen de bir acizliğe evriliyor. Kimi anlarda karşılaşmalara denk geliyoruz: "Her ne kadar hayatımı kimseyle paylaşmasam da sıkı bir kucaklama bana yeterli geliyor. Yanağa kondurulan iki öpücük, birlikte atılan iki adım, birlikte aşılan kısa bir yol… İkimiz dile getirmesek de istersek hatalı ve hatta yararsız olacak, yanlış bir maceraya sürüklenebileceğimizi biliyoruz."

Anlatıcı, etrafta olup biteni, mekanları ve insanları izlerken yürüyüşünü bir arayışa ve kendini gözleme dönüştürüyor: Fark edilmeden, fark etmek için attığı adımları bir hızlandırıyor bir yavaşlatıyor. Herhangi bir yerde ya da iş yerinde otururken bile sürüyor bu yürüyüş. Geçmiş ve bugün arasında git-gelleri yoklayan adımlarıyla anlatıcı, şimdiye tutunuyor; bir şekilde anı yaşarken dünün tortu ve hesaplaşmalarını yanında taşıyor: "Rahatsız sessizliğe, evden çıkarken kapatmadığım ışığa ve radyoya rağmen yalnızlıktan memnuniyetimi, zaman ve mekanımın efendiliğinin bana iyi geldiğini söylesem annem bana ikna olmuş gibi bakmaz, yalnızlığın bir yoksunluktan başka bir şey olmadığını söylerdi. Bu konuda kafa yormak boşuna; kendime yonttuğum küçük tatminler onun aklına yatmaz."

Olduğum Yer, Jhumpa Lahiri, Çevirmen: Eren Yücesan, Cendey, Domingo Yayınevi, 168 syf., Domingo Yayınevi, 2023.

Gençliğinde kızının önüne engeller koymuş ve yaşlandığında çaptan düşmüş anne, anlatıcı on yaşındayken ölmüş baba ve pek fazla olumlu anı kalmayan çocukluk da yürüyüşe dahil oluyor. Böylece hikaye, bazen bir dertleşme bazen de bir psikanaliz seansı gibi ilerliyor.

Anlatıcı, ışıklar ve peşindeki gölgelerle yürüyor. Kendine benzeyenleri görürken benzemezliklerini fark ediyor. Kavradığı bir diğer şey ise babasının cenazesinde halasının söylediklerinin doğruluğu: "Beklenmeyenden kaçış yoktur, hayat günbegün yaşanır."

Anlatıcı, günlük hayatın akışında, herhangi bir yerde kök salma ile kendisine, etrafına ve geçmişine yabancılaşma arasında savrulurken birbirine tıpatıp benzeyenleri ve asla yan yana gelmeyecekleri tartıyor. Akıntıya kapılıp gitme ve ona karşı kürek çekme ikilemiyle yüzleşiyor.

ZİHİNSEL BİR KOŞU

Anlatıcı, sokaklarda ve zihnindeki gezginliğiyle geçmiş ve bugün arasında savrulurken daha çok bugüne takılıyor. İçinde fırtınalar kopsa veya gerilimler bulunsa da tuhaf bir sakinliği var genç kadının. Böylece geçmişte olup bitenleri ve bugün yaşadıklarını aklıselimle çözümlüyor. Mesela, annesinin ve babasının yaşama bakışındaki farklılığı çok daha iyi görüyor, ne isteyip ne istemediğini biliyor: "Bağ kurmaktan ve bağımlı olmaktan hoşlanmıyorum. Böylelikle gündelik hayattan uzaklaşmanın yanı sıra kendimi, ait olduğum aileden ve gençliğimden de uzaklaşmış hissediyorum. Bu benim arzuladığım bir mesafe ama moral de bozucu."

Hiç evlenmeyen fakat evli adamlardan nasibini alan anlatıcı, yirmili yaşlarını hatırlarken peşinden koşan erkeğin inatçılığını, mutsuzluğunu ve eşine bağımlılığını anımsıyor. Bu yakıcı hikaye için "beni artık ilgilendirmeyen kısa süreli bir göz kamaşmasıydı” diyor.

Gölgelerin ortasında yaşıyor anlatıcı; kaçmaya yeltendiği her şey, onu bu ortamda yakalıyor. Herhangi bir zaman dilimi de onu bulunduğu durumdan kurtaramıyor: "Mevsimin ya da ailelerimizin merhametsiz gölgesinden sakınmak mümkün değil. Ama aynı zamanda, birilerinin merhametli gölgesine de muhtacım."

Büyük gürültülerin dışına çıkıp yaşamın yalın tarafını görmeye çalışan anlatıcı, kendisini tüketecek muazzam hareketliliği görmezden gelerek yürüyor. İhtirası ve yılgınlığı, heyecanı ve uyuşukluğu hissediyor. Elindekilerin kendisine yettiğini, çocukluğunda ve ilkgençliğinde ailesinin açtığı gediği ise asla dolduramadığını son derece net bir şekilde görüyor. Vedalaştığı her şey peşinden geliyor, kopamadıkları ve yersiz-yurtsuzluk hissi pek çok şeyi önemsizleştiriyor: "En nihayetinde ortamın, mekânın, ışığın, duvarların hiç önemi yok. Gökyüzünün, yağmurun altında, yazın duru suyun içinde olmanın önemi yok. Trende ya da otomobilde, birbirinden kopuk, deniz anası sürüsü gibi yayılmış bulutlar arasındaki uçakta… Durağanlık da neymiş, daima ve yalnızca hareket hâlindeyim, varma, dönme ya da yola çıkma beklentisindeyim. Ayağımın altında hep boşaltılacak bir bavul var, kucağımda bir çanta, içine tıkıştırılmış bir kitap, biraz para."

Lahiri; yolda, iş yerinde, havuzda, lokantada, müzede, otelde, kent meydanlarında, kitapçıda, kafede, gün doğarken ve akşam saatlerinde, evinde ve başka evlerde, mezarlıkta, trende, kırlarda, şehirde, istasyonda, aynaya bakarken, yatakta; gerek yürürken gerek öylece dururken düşünen, kendisini ve geçmişini sorgulayan, hiçbir yere bağımlı olmak istemezken hesaplaşmak için sabit kalacağı anlara ihtiyaç duyan bir kadını getiriyor karşımıza. Anlatıcı, hem kendisiyle hem de karşılaştıklarıyla ve artık eski gücünde olmayan annesiyle konuşuyor. Bu konuşmalar kısa sürede bir zihinsel koşuya dönüşüyor. O koşu da geçmişten kalan gerilimler içinde, kendini koruma ve sağlıklı kalma çabasına evriliyor.