18'inci ve 19'uncu yüzyıllarda Batılı bilme biçimlerine bir yandan da bir köken arayışı damgasını vuruyordu. Bunca değişen şeylerin arkasında değişmeden kalan şeyin bilgisine ulaşmak yönünde Antik Yunan’dan kalmış olan motivasyon, değişmenin bilgisini biraz da değersizleştirmekte olduğu için uzun süre göz ardı edilmiş olan tarihin de bir bilim olarak itibar kazanmaya başladığı bir dönemdi bu biraz da. Buna bir de 19'uncu yüzyıl ortalarından itibaren Sümer tabletlerinin keşfi ve yavaş yavaş çözümlenmesi eşlik edince, Batılı imgelemdeki tarih kurgusu da köklü ve hatta yer yer travmatik bir dönüşüme maruz kalıyordu. İki şey birden söz konusuydu çünkü. İlk olarak o güne kadar insanlığın en eski yazılı metinleri olarak bilinen metinler (özellikle de Yahudi kutsal metinleri) bu statülerini kaybediyorlardı. İkinci olarak da tektanrıcı dinsel anlatıların kimi temel izleklerinin başka dinsel ve mitsel anlam sistemleri içerisinde, çok daha önce üretilmiş olduklarının bilgisi geliyordu. Üstelik bu bilgi, ‘atalarımızın’ anlam üretimi sistemleri ile ‘ilkel’ olarak adlandırılan çağımız toplumlarında bulunan anlam üretimi sistemleri arasında ciddi benzerlikler (hem de yapısal benzerlikler) olduğunu koyuyordu insanlığın önüne. O halde kendimizi görmek için pekâlâ onlara bakabilirdik (kendini başkasının aynasında görme ‘erdemi’ olarak beliren şey – ama modern insanın takıntılı kendilik imgesiyle birleştiğinde, kendisine dair soruları yanıtlamak üzere başkalarının hikâyelerini didiklemeye varma tehlikesini de içeren bir şey). Antropoloji bilimini doğuracaktır bu eğilim. Bu disiplinin üretmiş olduğu bilgiyi elbette değersizleştirme eğiliminde değilim; fakat bu türlü bir köken takıntısının kendisinin içerdiği riskleri de göz ardı etmemek gerek.
İşin bu tehlikeli boyutunu ilk ayırt edenlerden biri de Mircea Eliade’ydi (kendisi de dinsel fenomenleri açıklarken, bir temel ikilikten, kutsal ve kutsaldışı ikiliğinden kaynaklanan başka ikiliklerin tuzağına düşmüş olmasına karşın – çünkü Eliade, Jaspers’in yerinde adlandırmasıyla ‘eksenel çağın’ ve sonrasının anlam biçimlerini geriye, kutsal ile kutsaldışının henüz ayrışmamış olduğu toplumlara da yansıtıyordu bu ikiliği). Fakat bu tehlikeyi teori formunda değil de edebiyat formunda dile getirmişti Gençliksiz Gençlik adlı romanında. Form olarak edebiyatın seçilmiş olması, belirli bir faşizm türüne işaret etmek üzere elimizde edebiyatın tanıklığından daha güçlü bir şey olmadığını söyleyen Marc Nişanyan’ı da (Edebiyat ve Felaket) düşürüyor akla. Ya da Lacancı bir terminoloji ile dile getirilirse, “Gerçek” olarak tarih betimlenebilir bir şey değildir; olaylara damgasını vuran yakalanması güç bir arka plan olarak betimlenebilir tarih. Bu nedenle edebiyat…
Francis Ford Coppola bu romanı sinemaya da uyarladı ve Türkçeye Geç Gelen Gençlik adıyla tercüme edildi (buradan sonrası spoiler içeriyor). Yetmiş yaşında bir felsefe ve dilbilim profesörü olan Dominic Matei, hayatını bütün dillerin kökeni olan dili keşfetmeye adamıştır; fakat hayatının aşkını kaybedince intihara kalkışacak kadar derin bir umutsuzluğa kapılır. Ama kendisine çarpan bir yıldırım ona gençliğini geri verir; bedensel bakımdan otuzunda bir adama dönüşür ama belleği yerli yerindedir. Araştırmalarına kaldığı yerden devam ederken birkaç yıl sonra bir kadınla tanışır. Kadın da bir yıldırım çarpması deneyimi yaşamıştır. İlginç bir ilişki başlar aralarında. Mucizevi bir biçimde, Veronica geçmişte insanlar haline gelmekte ve kademeli bir biçimde tarihte daha da geriye gitmekte ve her seferinde daha da arkaik bir dil konuşmaktadır. Köken takıntısı ile yoğrulmuş bir zihin için bulunmaz bir hazine… Fakat Veronica her deneyimden çok hızlı bir şekilde yaşlanmış olarak çıkmaktadır. En sonunda, belki de bütün dillerin kökeni olan dili konuşmaya ramak kalmışken, Veronica da korkunç yaşlanmış bir durumdadır. Profesörün onu bir kere daha konuşmaya zorlaması, onun ölmesi anlamına gelmektedir. Profesörün, kendisi üzerinde deney yapmak isteyen Nazilerden sürekli kaçış hali içinde oluşu da –olaylara damgasını vuran arka plan– eklenince, köken takıntısıyla faşizm arasındaki ilişkiyi berrak bir biçimde ortaya koyan bir metafor…
Belki de soruları yanlış yerlere sormaktan kaynaklanıyordur bu durum. Yani kendimize ilişkin bir bilgiyi başkasında, başkasına ilişkin bir bilgiyi de kendimizde bulmaya kalkışma eğilimimizden… Bu bir örtü olarak da çalışıyor elbette; peşine düşmüş olduğumuz kendimize dair bilgiyi, başkasında kazarken, elbette ona dair bir bilgi de inşa oluyor ve kendimize dair gördüğümüz şey hoşumuza gitmiyorsa, başkasının günahıyla örtmeye çalışıyoruz hoşumuza gitmeyen şeyi. İnsanın, başkasının günahının örtüsüne bürünmeye bu kadar eğilimli oluşu da tuhaf biraz.