Allah’ın FAZ’ına bakın... Almanya’nın göbeğinde tekbirlerle yeri göğü inleterek -ve sanki Almanya’ya rağmenmiş, bu da mümkünmüş gibi göstererek- açılış yapıldığını bile göremiyor. İpotek ne, hayal kırıklığı ne, DİTİB’in bağımsızlığı ya da uyum ne? Naif naif söylemler... Neyse kaç haftadır sürdürdüğüm ciddi yazar çızgımı bu yazıda da bozmayayım.
Bu hafta yazacağım konuya karar vermekte epeyce zorlandım. Bir tarafta Ahmet Hakan’ın bir yazısı vardı. Öte tarafta kütüphanesini Külliye’ye bağışlayan İlber Hoca. Sonra da hepsinden daha hacimli bir konu olarak Köln Merkez Camii’nin açılışı, yazmak isteyeceğim konulara ekleniverdi. Ahmet Hakan olsaydım işim kolaydı. Daha önce de bir yazımda değindiğim gibi, Hakan’ın yazdığı her iki satır arasında Doğu Ekspresi'nin sarsıntılarla geçebileceği kadar geniş boşluklar var. Derinleşme filan da hak getire. Merkel’le başlıyor Ebubekir Sifil’in vaaz ettiği deve sidiği ile bitiriyor. Şahsen ben bu parçalılığa hiç karşı değilim, boşluklar ve derinlik yoksunluğuna da. Keşke sadece bir başlık koyup köşesini tümüyle boş bıraksa, o zaman yazmadıklarıyla daha manidar bile görünebilir. Oysa öyle yapmıyor; “Merkel Abla’nın eteklerine sığınarak elde edebileceğin hiçbir şey yok sevgili demokrat ve liberal geçinen tayfa!” diye ünlüyor yazının birinci etabında. Sonra da bu birinci etaba şöyle bir beton atarak tamamlıyor: “Sırtını Alman’a, Avrupa’ya, ABD’ye falan dayamayacaksın... Hede hödö hö!” Sonra da yazısının ikinci etabına geçiyor. Olayların daha deve sidiğine kadar yolu var...
“Ülke halkını aşağılamadan sabırla ikna etmeye çalışacaksın, ülkeni satmayacaksın” diyen Ahmet Hakan’a, havuz medyasındaki sınırsız soytarılıkla, yalanla, ipe sapa gelmez siyasi analiz kasmalarla yurttaşların gündelik olarak nasıl ağır biçimde “aşağılandığını” anlatmaya kalksan da anlatamazsın. Havuz müteahhitlerine verilen mega projelerle, yeni havalimanlarının, köprülerin ve çılgın proje Kanal İstanbul’un sırtımıza yıkılan ağır birer borç kaynağına dönüşmesinin, ormanların satışa çıkarılmasının, en nihayetinde ekonominin adeta kayyım denetimine sokulmasının bir nevi “hepimizi ve dahi ülkeyi satmak” olarak görülüp görülmeyeceği konusuna ise hiç girmeyelim. Çıkamayız. İçimiz şişer şekerciğim. Almanya’dan medet umanın esasen kim olduğuna, Merkel’in nihai olarak kime kol kanat gerdiğine de bakmayalım gitsin zaten. Trene bakalım biz. Tren geçiyor satır aralarından. Doğu Ekspresi... Şark kurnazı.
Sonra işte Türkiye’nin en uber entelektüeli, en pofuduk panda alimi, tabii ki bir nevi hocaların hocası İlber Altaylı’nın kütüphanesi meselesi geliyor. Vallahi de elim sürçtü, asla bilerek “Altaylı”lamadım soyadını. Ama vardır bir hikmeti. Ne diyordum? İlber Hoca “evrensel” kütüphanesini, “milli ve yerli” Külliye’ye bağışlamış. Ya ne olacaktı? Normal bir dünyada böyle zengin bir kütüphanenin yeri elbette varsa bir milli kütüphanedir, milli kütüphaneler taze bittiyse, yeri Külliye’dir.
Kısacası, İlber Ortaylı’nın kütüphanesinden girip Mehmetçik Kûtulamâre dizisinden çıktığım bir yazı yazasım vardı bugün. Neyse ki bu duygum da çabucak geçti... Ne yapalım, İlber Hoca da kütüphanesini külliyeye bağışlamış işte. Ele dümdük, külliyen! Galatasaray Üniversitesi'nde 2013’te yaşanan yangının İlber Hoca’nın bu kararında etkili olduğu söyleniyor. Zira Hoca’nın kütüphaneye bağışladığı altı bin kitap da bu yangında kül olup gitmiş. Çok üzücü tabii. Fakat yine de bu bağış işi o kadar basit değil sanki. İlber Ortaylı’nın doktora derecesini aldığı ve yıllar yılı hocalık yaptığı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi de dahil olmak üzere, üniversitenin üniversiteye benzer biçimde yaşatılmaya çalışıldığı bütün mektepler koltuk kertenkelesi ibişler eliyle tasfiye edilmiş, yüzlerce öğretim elemanının emekleri ve hayatları üzerinde hunharca tepinilmişken, kitapları Külliye’ye bağışlamak... Nadide ve dev bir kütüphaneyi (öyledir herhal) saraya bağışlamak suretiyle, AKP’nin kültürel iktidar mücadelesine de kamyon kamyon “rıza” taşımak. Olay basit bir bağış olayı değil yani. Üstelik biz de razı filan değiliz. Ben razı olsam Allah razı gelmez...
Allah’ın adını anınca Köln Camii geldi aklıma. Bu hafta camii açılışı da dikkatimi çeken olaylar arasındaydı. Sonra baktım ki bütün bu konular ayrı ayrı değerlendirilecek konular da değil aslında. Hepsinin ardında aynı çarpıtma, aynı empati yoksunluğu, aynı Şark kurnazlığı aynı “kibirli haksızlık” var. Biri diğerini mümkün kılıyor, mutlaklaştırıyor. O yüzden de üçünü bir yerde yazayım dedim.
Köln Camii görüş alanıma elbette öncelikle güzel mimarisiyle girdi bu hafta. Haberi görünce, Köln’de merkez tren istasyonundan çıkıp şehre adım atanları şaşkınlık verici ihtişamıyla karşılayan Kölner Dom'u (Köln Katedrali'ni) hatırladım. Sonra da modern mimarisiyle Köln Merkez Camii’nin de Köln’de görülmesi gereken yapılara ekleneceğini ve yeni bir turistik uğrak olacağını düşündüm. Uzun uzun baktım binanın fotoğraflarına. Ne kibar ve aynı zamanda ne muazzam bir yapıydı.
Fotoğraflara bakmakla kalmadım tabii. Açılış törenine ait tivitleri ve görselleri görmek üzere sosyal medyada dolaşayım dedim biraz. Şu videoya rastladım. Ahmet Hakan kusura bakmasın, kimseyi küçümsüyor veya aşağılıyor değilim. Fakat birçok Alman yetkilinin içtenlikli çabası ve Köln halkının da desteğiyle binbir çeşit ırkçı tepkiyi sindirerek yapımı tamamlanan ve Köln Müslüman toplumunun hizmetine açılan bir camiinin ilk görüntülerine bu tacizci ve küfürbaz fetih hezeyanı eşlik etmemeliydi. Bizi (Ahmet Hakan’ın deyişiyle ülke halkını) her yerde aşağılayan şey, bu görüntüler ve bu görüntüleri kışkırtan tezviratçı siyaset değilse, başka nedir?
Köln Merkez Camii’nin inşasına 2009 yılında girişilmiş ve 2017 yılında camide ibadet de çoktan başlamış. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Almanya ziyaretinde, caminin ikinci kez açılışını yapmak için elbette yeterince güçlü nedenler vardı. Merkel desteğiyle aşılması umulan bir ekonomik krizin ve gel git akıllı bir dış politikanın görüntüsünü caminin aynasında kırarak, iç politikaya başka bir resim yansıtma arzusu en başta gelen nedenler arasındaydı. Halimiz uzun zamandır buydu; dış politika kapsamında gerçekleşen her faaliyeti iç politika malzemesine dönüştürme, çarpıtma ve bağlamları sömürme.
Köln Camii açılışına yakından bakmaya sevk eden şey sadece bu görüntü değildi tabii. Sosyal medyada, camii projesinin gerçekleşmesinde çok büyük katkısı olan Köln Belediyesi eski başkanı Fritz Schramma’nın ya da projeye güçlü bir destek veren başka herhangi bir Alman yetkilinin adının, açılış töreninde bir kez olsun anılmadığı, kendilerine bir teşekkür bile edilmediği bilgisi dolaşıyordu. Bu bilgi yanında bir de trajik bir hikaye dolaşıma girmişti. Camiinin yapımına en önemli katkı ve desteği veren Fritz Schramma, avukatlık mesleğine yeni başlamış genç yaştaki biricik oğlu Stefan’ı iki magandanın araba yarışına kurban vermişti. Evladı şehrin merkezinde yürürken, kaldırıma çıkan yarış halindeki araç tarafından ezilerek hayatını kaybetmişti. Schramma’nın oğlunun katilleri Türkiyeliydi. Anlatılanlara göre, Fritz Schramma bu trajik olaya rağmen o sıralar temasta olduğu mahcubiyet içindeki Türklerle mesafelenmemiş, hatta onları teselli etmiş, “Sizin suçunuz yok” diyerek oğlunun cenaze törenine katılmalarından hoşnutluğunu belirtmişti.
Köln Merkez Camii'nin açılışına şu anki Köln Büyükşehir Belediye Başkanı Henriette Reker ve Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Başbakanı Armin Laschet de katılmayacaklarını duyurmuştu. Zira açılışa üç gün kalasıya kadar Reker’in açılışta konuşma yapma isteği bir karşılık bulmamış, programın akışı Alman yetkililerle paylaşılmamıştı. Reker, sadece Almanların değil Köln Müslümanlarının da belediye başkanı olduğunu hatırlatarak, törende konuşmayı temsil ettiği makam adına istediğini ifade etmişti.
Gerçekten de bütün bu yaşananlar neyin nesiydi?
Alman basını da elbette bu acayipliğe ayrıntılı bir biçimde yer verdi. Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ) şöyle yazdı: "Tören uzun zamandır beslenen Alman hayalinin sönüşünü de simgeledi: Bütün Alman politikacılarının umduğunun aksine Köln'deki DİTİB merkezi (Diyanet İşleri Türk İslam Birliği) bir nebze olsun Türk devletinden bağımsızlığını ilan etmedi. Erdoğan cumartesi günkü açılış töreninde DİTİB'in Almanya'daki Türkleri etkilemede araç olarak kullanıldığını açıkça gösterdi. Bu durum, artık bağımsızlığa kavuşup Alman toplumunun bir parçası olmak için ısrar eden 900 dolayındaki DİTİB cemaati için ağır bir ipotektir.” Allah’ın FAZ’ına bakın... Almanya’nın göbeğinde tekbirlerle yeri göğü inleterek -ve sanki Almanya’ya rağmenmiş, bu da mümkünmüş gibi göstererek- açılış yapıldığını bile göremiyor. İpotek ne, hayal kırıklığı ne, DİTİB’in bağımsızlığı ya da uyum ne? Naif naif söylemler... Neyse kaç haftadır sürdürdüğüm ciddi yazar çızgımı bu yazıda da bozmayayım.
Yine de şunu söyleyeceğim; şahsen ben de böyle muazzam bir camiinin bir Avrupa ülkesinde açılışını yapıyor olsaydım, epeyce onurlanır ve mutlu olurdum. Fakat maalesef esas duygum bu olmazdı. Esas olarak mahcubiyetten mahcubiyet beğenirdim kendime. Evet, Türkiye’de milyonlarca Alevi yurttaşın ibadet mekanı olan cemevlerinin bu statüsü yasal bir düzenlemeye kavuşturulmamışken, cemevleri bu nedenle son derece eşitsiz bir biçimde finansal destekten yoksun bırakılırken ve tartışılması esasen kimsenin haddi olmayan ibadethane statüsünün üzerine bir “kırmızı çizgi” atılmaya çalışılarak inkar edilirken, Köln’de bana camii açtırılsaydı, mahcup olurdum. Neyse ki böyle bir işin bana kalma ihtimali hiç yok...
Kuşkusuz böyle bir camiye sahip olmak Köln Müslüman toplumunun tartışmasız hakkıdır. Avrupa’da zaten çok sayıda mescit ve camii de vardır. Mesele bu değil, mesele imkan olsa Ay’da bile camii açacak bir anlayışın, çeşitli inanç gruplarını, mezhepleri ve dinleri ötekileştirmesi, hak arayışlarının tümünü kırmızı çizgilere tahvil etmesi ve kendine bir tehdit olarak görmesidir. Mesele bu çifte standart, bu “kibirli haksızlıktır.” Mesele Schramma’ya ve Köln yerel idaresi nezdinde ırkçılık ve İslamofobi karşıtı Almanlara yapılan vefasızlıktır biraz da.