Kolonya kokusunda darlanmak…
Ezcümle, kolonyalı mendil ve fiziksel mesafenin doğru ayarlanmasıyla, ağzı ve burnu içine alacak şekilde takılması telkin edilen maskelerle, mebzul miktarda aseptikler ve dezenfektanlarla bastırılan korku yüzünden, görünürde hiç kimsenin hayatının kontrolü kendi elinde ya da hâkimiyetinde değildi. Ya da sadece şimdilik...
Hüseyin Köse*
Ne dolaşık zamanlardan geçiyoruz… Televizyon ekranlarından sosyal medya mahfillerine, her köşe başında bir yığın naçar, tefekkür edilesi görüntü… Bir yerde, kuşlar ekrana buyur edilmişler, kadrajdan yem vermenin eşiğine... Ya da “endişesine” mi demeli? Yoğun bir yaşama güdüsüyle infialine kapıldığımız insancıl hallerden bir hal nihayetinde. Öbüründe, adamın teki kendisini Berlin Havalimanı’ndan gideceği yere kadar götürmesi için taksicinin birine para yerine iki rulo tuvalet kâğıdı veriyor. Şehirlerarası seyahat etse, kim bilir daha başka neler verecek… Her ikisi de aynı korku ve endişe ikliminde ürüyor… İlki gayet insanca bir duyuşun derinlerde uyuklayan arketipal bir kalıntısından, ikincisi hayatta kalma güdüsünün bireyci reflekslerle bilenmiş canhıraş paniğinden neşet etmiş. Biri, Eagleton’ın zikrettiği anlamda umudun “kullanışlı bir uyarıcı” olan tesellisinden ilham alıyor, diğeri Da Vinci’nin zenginliğin her şeyi ucuzlattığını ima eden “zenginlerin hatıraları ölünce biter” paniğinden… Ama her iki yönelim de, özünde Spinoza’nın “conatus” diye adlandırdığı içsel yekinişin, kendini yaşamın olağan akışının bozulmuş ritminde var eden hikâyesine gönderiyor bizi. Ȃtıl zamanların boşluğunda üreyen korku darlıkta değere dönüştürüyor hayatı, özcesi bu. Hem içeriyi hem dışarıyı eşitliyor üstelik. Ya da sadece şimdilik… Yalnızlık da kuşkusuz bambaşka bir anlam kazanıyor böyle zamanlarda, hem içerisi, hem de dışarısı için.
Dışarısı deyince… Büyük ölçüde güvenle seyreltilmiş yalnızlık ve bencillikti eskiden de, gerçekte kalabalık olanların yalnızlık çektiği yerdi, bilenler biliyordu bunu zaten. Ama bu seferki başka. Sonunda herkesin kıskıvrak doğal bir anomaliye yakalandığı bir ruhsal patolojik iklime girdi hayat, kaldı ki artık bazılarımız için enkazın olduğu yerde çarenin de var olduğu avuntusu pek kâr etmiyor. Peki ya conatus? Hangi güç koşullarda işleyecek böyle zamanlarda işletilemeyecekse şayet? İçsel telkin araçlarının (kendi kendine çalınan ıslık yahut teselli edici birkaç dostça cümlenin- yetmediği veya Freud’yen anlamda anlamlı kimi libido kaydırmalarıyla –bağ bahçe ekmeyle, sanat, bilim yapmayla, vb.- yaşama umudunun kotarılamadığı durumlarda, conatus’a yataklık edecek ne tür yaşama teknikleri kalıyor ki geriye zaten mızmızlanmak veya söylenip durmak dışında? Özellikle de bu sonuncu rehavet evresinde gereğinden fazla kalındı mı, tıpkı Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ironisinde olduğu gibi, gelip idrakimizin çaresizliğini teyide kalkışır her olumlu his, içe doğan her iyimser cümle… Çünkü iş fiile, eyleme gelip dayandı mı pozcu hergeleci çekimleri kolaydır vekâleten yaşamanın; ne bahaneler, huysuzluklar, bedbinlikler birikir lafın gerisinde. Her şey adeta dimağın gayet ücra bir yerinde gelecekteki muhayyel günler için nafile bir kabuk adam muştusu gibi bekletilir. Ama azıcık yekinip de bacaklarını kıpırdatma gereği ve isteği duymaz böyle biri sözde ‘rahvan’ köşesinde. Uzak denizlerin yakındaki dalga sesleri biçiminde, koşulların göze görünmez karanlık bilinci içinde, her an patlamaya hazır bir bazuka gibi, gerçekleşmesi kendini ilga etmesine bağlı olan bir çetrefil ütopya görünümünde. Üstelik pek azımız muaf böylesi bir eylemsizlikten. Sonunda harekete geçme isteği yokluğu çeke çeke, hacimce ve ayarı düşürülmüş özgürlüklerden mürekkep bir eylemsizliğin içine hapsolup kalmak da varmış korona günlerinde. Zira bu bir aylık acı tecrübe de hepimize mükemmelen gösterdi ki, herkes kendinin edilgenlik birikiminde hayatın olağan akışı içinde kuvveden fiile bir acemilik. Bir dökülgen kırılganlık. İyi de kendi içinde ayakları üzerine doğrulma, içsel güç merkeziyle dolup taşan enerji, conatus’çu yekiniş bu edilgenliğin neresinde? Tam da bu edilgenliğin içinde, belirsizliğin en koyu noktasında, zaman bolluğunda zaman yokluğu çekmenin yanılsamalı evreninde conatus.
Verimsiz bir vakit çokluğunun yarattığı bir korkuda “değerbilir” bir hayat yokluğu, asıl sorun bu belki de. Öyleyse kala kala bir tek soru kalıyor geriye: O zor koşullarda güçlenmeler, yağmur suyunda çeliklenmeler, olduğun yerde kök salıp pekişme hikâyeleri yalan mıydı? Onca etkili yaşama stratejisi, onca sıkı okumayla edinilmiş ego güçlenmeleri, onca kıymetli birikim nereye gitti? Bendeniz bizzat kendi kıpırtısız aymazlığımdan, yanılsamalı gerçekliğimden bilmekteyim ki, yalandı! Asıl vahim olan da şuydu ki, hemen hiç kimse, neye dönüşeceğini doğru dürüst öngöremediği bir salgının ertesi günü için bir plan da yapmamıştı; kahramanca sergileyecek ne destansı bir direnişi -hem kime? Neye karşı?-, ne de hali hazırda olası rehavetlere ayak direyecek denli güçlü bir antikoru mahfuzdu bünyesinde. O sayısız süslü benzetmeyle övülen üretici yalnızlığın, kendiyle baş başa kalmanın pul pul dökülen gümüş karanlığıydı şafağı bir türlü söktürmeyen de... Ezcümle, kolonyalı mendil ve fiziksel mesafenin doğru ayarlanmasıyla, ağzı ve burnu içine alacak şekilde takılması telkin edilen maskelerle, mebzul miktarda aseptikler ve dezenfektanlarla bastırılan korku yüzünden, görünürde hiç kimsenin hayatının kontrolü kendi elinde ya da hâkimiyetinde değildi. Ya da sadece şimdilik... Sonunda sudan çıkmış balığa dönmeden önce, demek balığı yüzdüren meraka -evin içinde en küçük adım atmak için bile gereksindiğimiz motivasyon yokluğuna- yenilmek de varmış. Merak, yani içsel bir güç merkezinin, conatus’çu aydınlanmanın hali hazırdaki yokluğu, salimen aydınlık zamanlarda test edilmesi zor bir şey gibi durduğundan, çaresiz, karantina avlularının ses geçirmez duvarları arasına çöküp kalıyor kurtarılması gereken iyimserlik.
Neresinden bakarsanız bakın, nüzulllü bir huruç hali tüm bu yaşadıklarımız ya da belki içselin gönülsüzce keşfinin yol açtığı bir felix culpa… Zira yine Tanpınar'cıl bir teşbihle söylersek, “arkasından tanrısı çekilmiş” azgın bir yanardağla baş başa ve yapayalnız kalmış gibiyiz. Ve ansızın ertelenmiş ideallerden doğma kısacık bir soru cümlesi çınlaması kulaklarımızda: “İyi de nasıl yaşamalı?” Kabul, bazılarımız için hayli geç sorulmuş bir soru. Hele de artık “beynin kıvrımları içinde adım atacak yer” kalmamışsa… Duyumsanmış ve pek hayra yorulamayacak şeyler arasında, daha başka şahikalar da mevcut kuskusuz; misal, gözle görülmez bir mel’un zerreciğin gözlerin çukuruna diktiği dev bir dehşet anıtı... Ki, en uzak, en ücra kıtalardan bile görülecek, kâmilen bilinecek uzun süre başka kuşaklarca da... En dayanılmaz psiko-şizoid eğrisi de şu, felaketin: Dışarıda tüm ihtişamıyla gürül gürül akıp giden baharın ilk günleri ve acımasız güzelliğiyle parıldayan güneşin adeta ağız birliği etmişçesine gözlerdeki manzarayı durmadan karartıp durması… Her normal karartı gibi, gececil bir huzuru da vaat etmiyor üstelik bu sonuncu ayrıntı. Yoksa yeri geldiğinde gece de sevilir, ay ışığı da. Dahası, bilhassa da bol yıldızlı yaz aylarında huzurla karışık bir tedirginliği vardır söz konusu manzaranın. Ne ki, bu defa durum başka…
Huzurla karışık bir kimsesizlik duygusuyla ilk kez sanırım 1990 yılında, Ege Üniversitesi öğrenci yurdu odalarından birinde tanışmıştım. Mart ayıydı, üst ranzada, elimde Kafka'nın Şato’su, üzerimde sabun kokan rengi solmuş nevresimler ve yıpranmış bir battaniye ile dışarda biteviye ıslık çalan bir rüzgâr vardı. Odada, kendi kuytuma çekilmiş, ölümcül ama kurtarıcı bir dizi tedirgin edici Kafka cümlesiyle yapayalnız ve huzurluydum… Tıpkı bugün olduğu gibi... Aradaki tek fark, şimdi her dakika yoğun bir kolonya-sıvı sabun-antiseptik manyaklığıyla sersemletilmiş bir evin tek kişilik cumhuriyetinde yaşıyor olmam. Üstelik hiçbir kurtarıcı tedirginlik de duymuyorum… Dedik ya, bu defa durum başka. Zira hatırlanası uzak yakın ayrıntılar, hele de neoliberal bir dönemin ufuksuz koşullarında yeşermiş bir psikopolitika evresinde sahih yaşamsal pratiklere yol açmıyor. Normal zamanlarda genellikle böyle anlarda algı ve hayal gücünün perdeleri hiç olmadığı kadar açılıp genişler hâlbuki, fakat bu kez tecelli etmiyor, ne o çok umulan ışıltılı derinlikler, ne de kendi “karanlığından yıldız doğuran” bir gece var... Bazen unutmak lütuftur, bu da kendine hayıflanmayı ötelemenin başka bir yolu, bilhassa da unutulmayı akli bir biçime sokan mariz düşünceler, unutulanları sahte veya ödünç bir yaşamın bakiyeleri olarak yeni bir tasnife tabi tutuyorsa…
Zor zamanlarda neye dönüştüğümüz mevzuu var bir de, işin bir de homo dementia boyutu var o halde, en azından bu gerçeği idrak etmiş bulunduk. “Vazgeçmek almaz, verir” diye yazmıştı ya Heidegger, ne manalı söz, tam da bugünlerin ıssız insansız hazanı için söylenmiş. Vazgeçmekte, başkasına vermeyi bilmektedir belki çare kendi boşboğaz iştahımızın tatmini için ayırdıklarımızı. Bitip tükenmez bir haris koşturmaca temposunda, sürekli daha fazlasını kazanmak için bitkin düşürücü bir hız ve mecalsiz bırakan bir fuzuli telaş içinde sürekli soluksuz kalarak zaman kaybedip durmak, gerçekten de diğerkâmca vermenin, yetinmenin, paylaşmanın onarıcı ve ruhu sağaltıcı gücünden yoksun bırakmadı mı bizleri? Gün be gün yorgun düşürüp mecalsiz kılmadı mı, hemcinsini, doğayı ve eşyayı haris ruhların yırtıcı bencilliğinin insafına teslim edip? Netflix’te 2019 yapımı Galder Gaztelu-Urrutia imzalı Platform isimli bir film var şu sıra. Olağanüstü felsefesi, kâhince öngörüsüyle korona salgını üzerine de eşsiz bir düşünme fırsatı sunuyor. Filmin mesajı gayet açık: Eğer birileri diğerlerinin açlığını yemeye başlamışsa, hiç kimse hayatta kalmayı başaramaz! Film, tavizsiz, keskin biçimde tasarlanmış çok katlı acımasız “platrorm”unda, karakterlerin yemeklere talan edercesine saldırdıkları vahşi bir yeme hiyerarşisi kâbusunda liberal ekonominin paylaşım çarpıklığına çare arıyor. Ve çağdışı bir kanibalizmin ürkütücü görüntülerini de yedeğine alarak şöyle sesleniyor potansiyel olarak azgın bir egoizmin pençesindeki izleyiciye: Fazladan kaptığın her lokma bedeninde bir çukur! Bir daha düşün istersen… Evet, mevzuyu bir de bu açıdan düşünmek gerek -mel’un salgına bilhassa da liberal ekonominin çarpık paylaşım düzeninin yahut doğanın intikamının yol açtığını söyleyenleri haklı çıkarırcasına.
Hatırlamayı unuttuğumuz şeylerin kurbanıyız belki de. Çünkü nihayetinde öğrendiklerimize hayat diyoruz, unuttuklarımıza uyku... Ve bazen çok matah bir şeymiş gibi ve en azılı devlerde bile bulunmayan bir kibirle, en ışıklı göklere bile -yıldızlı geceler dururken- karanlık şahsilik anıtları dikiyoruz... Yaşarken yaşadıklarımıza inanıyoruz sadece, aynı zaman diliminde başka yaşamsal koordinatları, daha başka hayat hikâyelerini anlamaya ihtiyacımız yokmuş gibi… Anlamak için dünya zira uzun bir mesai... Tüketirken tükenmenin her bir dakikası gerçekten de sonsuz, ölümcül bir hazzın bayıltıcı ürpertisiyle dolup boşalacak, kendi hayatlarımızın akıbeti üzerine olduğu kadar, içinde yaşadığımız canlı doğanın ve başkalarının hayatları için de endişe etmeyi telkin eden tefekkürün derin maden ocaklarına inemezsek eğer...
Kaynakça
Terry Eagleton, İyimser Olmayan Umut, çev. Emine Ayhan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2016.
Byung-Chul Han, Psikopolitika, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2020.
Galder Gaztelu-Urrutia, The Platform, Netflix, 2019.
*Prof. Dr., Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi