'Konuşan sınıflar': Agamben, Zizék, Byung-chul Han…

Mevcut yorum tufanının içinde, asıl arzuladığımız şey söylenmiyor sanki. Birisi çıkıp her şeyin nasıl değişeceğini söylesin istemiyor muyuz? Bunu düşünenler var da, Zizék’in bile alaycılıkla karşılandığını görüp, susuyorlar mı? Zamanın ruhu, nesnel koşullar, bize ne vad’ediyor?

Abone ol

Mehmet Kazım*

Korona salgınıyla birlikte, her gün üzerimize yağan ölüm sayıları, önlem önerileri, uzman tavsiyelerinin yanında, salgın ve sonrası üzerine olabilecek toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel gelişmeleri yorumlayan sayısız yazıyı okuduk, okuyacağız. Orhan Koçak, “Yoksa Abartıyor muyuz “ (1) başlıklı yazısında, İngilizce "chattering classes" deyiminin karşılığı olarak kullandığını belirttiği "konuşan sınıflar" nitelemesini kullanıyor. Her konuda yorum, analiz yapan bu sınıf, biraz da kendi arasında konuşuyor sanki. Bunun karşısına sağcı politikacıların bulduğu "sessiz çoğunluk" nitelemesi geliyor ister istemez. Kabaca baktığımızda konuşanlar birbirlerine hitap edip, polemikler yaparken, sessiz çoğunluk bunları pek duymuyor. Çünkü enformasyon sağanağı nedeniyle durup düşünecek hali kalmamıştır; istekli de değildir. Yine de yazının başlığında adı geçenlerin ve benzerlerinin yazdıklarını merak eden bir okur-yazar kitlesi vardır kuşkusuz. Bunu yerel ya da uluslararası ayrımı yapmadan söylüyorum.

Yapılan yorumlara bakılacak olursa, görüşleri iki genel başlıkta toplamak olası: Hiçbir şeyin aynı olmayacağını düşünenler (ki bunlar kendi aralarında, daha iyi yönetimler, daha özgür toplumlar bekleyenler, ya da tam tersi daha otoriter yönetimlerin oluşacağını öngörenler diye ikiye ayrılıyor); diğer yanda ise salgın geride kaldığında hiçbir şeyin değişmeyeceğini, var olan düzenin süreceğini iddia edenler. Bu yorumları yapanların içinde Agamben ya da Zizék gibi tanınan, bilinen düşünürler olduğu gibi, adını bu vesileyle duyduklarımız da var. Bütün yazıları okumak, yorumları izlemek mümkün olmadığı için, okuyup izleyebildiklerim arasından örnekler seçip, bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.

Agamben,(2) salgının görülmesinden sonra yazdığı bir yazıda endişelerini dile getiriyor. Bu salgın bahane edilerek, iktidarlar tarafından, istisna halinin normal bir yönetim paradigması olarak kullanma eğiliminin artması olasılığının yüksek olduğunu düşünüyor. Salgın sonrası beklenen ekonomik daralma, özellikle yoksul kesimlerde şiddetle hissedileceği ve toplumsal kaynamalara sebep olabileceği için, mevcut yönetimlerin durumlarını koruma refleksi olarak, istisna halini normal yönetim paradigması olarak sürdürmek istemeleri neredeyse kaçınılmazdır. Agamben, bunun geçmişteki salgınlarda görülmedik biçimde ajite edildiğini, güvenlik gerekçesiyle zaten kısıtlanmış olan özgürlüklerin daha da kısıtlanacağını düşünüyor. Ardından iki soruyu art arda soruyor: "Bu şekilde yaşamayı alışkanlık haline getiren bir ülkede insan ilişkilerinin ne kadar süreceğini kim bilir? Ve hayatta kalmaktan başka ahlaki değeri olmayan bir toplum nedir?" Agamben bir Batı eleştirisi yapmaktadır kuşkusuz; ama bir Batılı tavrıyla. Çünkü Afrika başta olmak üzere, açlık ve susuzluktan ölen insanların sayısı, salgında ölenlerin sayısından katbekat fazla ve bir sabit olarak çok daha uzun bir zamandır sürmektedir. Arzu Yılmaz’ın (3) "Koronavirüs Sonrası Ortadoğu" başlıklı, bu konuda ürkütücü rakamlar verdiği yazısında çarpıcı bir bölüm var: “ 'Aman ellerinizi sık sık yıkayın' denilirken; temiz suya erişimi olmayan dünya nüfusunun üçte birinin de, pekala bu korunması için seferberliğe girişilen insan hayatı kategorisine dahil edilmediğini varsayabiliriz. Zira her yıl 1 milyon 200 bin insan sadece temiz suya erişemediği için ölüyor, ama korona virüsünün tehdit ettiği 'insan hayatı' kadar dikkat çekmiyor. “Agamben’in endişeleri yaşadığı Batı toplumu üzerinedir. Diğer tarafta ise, kaygı duyduğu her şey zaten vardır. Açlık ve susuzluktan ölme tehlikesi altında yaşayan bir topluma, hayatta kalmaktan başka hangi ahlaki kuralı anlatabilirsiniz?" Arzu Yılmaz’ın yazdığı yakıcı gerçeklerden Agamben de haberdardır. Neden aynı kıyaslamayı yapmıyor? Burada Freud’un "unheimlich", tekinsiz kavramını hatırlayalım: "Heim", Almanca ev, yaşanılan yer anlamına gelir. Kıtlık evin uzağındadır, güvenliği tehdit etmez. Oysa virüs sınır tanımıyor ve evi tehdit ediyor. Agamben bu nedenle hayatta kalma sorununu bir kenara bırakıp, ahlaki değerleri sorgulamaya girişir. Güvenli bir yerden konuşma imkanı tehlikeye girmiştir. Hem şimdi, hem sonra.

Orhan Koçak, Arzu Yılmaz’ın öfkeli olduğunu, belli bir "hubris" balonuna iğne batırmak istediğini söylüyor. Ancak Türkçe yazdığı, uluslararası konferanslarda yer almadığı için, hedef aldığı Batı'nın bunu duymayacağını, uzak ve sağır bir muhataba ulaşamayacağını düşünüyor. O zaman geriye içeride "konuşanlar sınıfı" kalıyor ki, Koçak bu insanların da zaten Yılmaz’ın tavrını paylaştıklarını, onayladıklarını, olsa olsa dünyayı Libération, Guardian gibi kaynaklardan takip eden bir azınlığa yönelmek durumunda kalınacağını ileri sürerek, sonucun "bir bardak suda fırtına" çaresizliğine dönüşeceğini öngörüyor. Koçak da Batı'yı eleştiriyor yazısında. HIV, Afrika’da bastırılmış, ABD’ye girmemiş olsaydı AIDS salgınını kaçımız biliyor olacaktık, diye soruyor, haklı olarak. Anlıyoruz ki o uzak ve sağır muhataba ulaşılamıyor. Peki Arzu Yılmaz’ın yazdıklarını, diyelim ki Orhan Pamuk yazmış olsa, aynı sağır muhatap duyar mıydı; duysa da bir tepki verir miydi; bilmiyoruz. Arzu Yılmaz’ın yazısı, Orhan Pamuk’a da ulaşmıyor mu yoksa? Umutsuzluk izlenimi ediniyorum, Koçak’ın yazısından. Umudu, Eagleton gibi, nesnel koşullar, geçmişin birikimi, gelecek tasarımı bağlamında düşünüyorum. Böyle bir olasılığı görmüyor Orhan Koçak. Bunun da geçmişteki salgınlar gibi metafora dönüşeceğini, bizim de o bildiğimiz sosyal gerçekliklerle kalacağımızı 'umuyor'; fazlasını beklemiyor. Yoksa Decameron’da olduğu gibi, salgından uzakta, hikayeler mi anlatıyoruz birbirimize?

Öte yandan Zizék (4) daha farklı konuşuyor diğerlerine göre. Agamben’in komplo kaygısını, sistem tıkır tıkır işlerken, neden bu paniği tetiklesin diye sorguluyor. Şunu ekliyor arkasından: "Gerçekten kendi sultasını canlandırmak için küresel bir ekonomik krizi tetiklemek sermayenin ve devlet iktidarının çıkarına mı? Yalnızca sıradan insanların değil aynı zamanda devletin ta kendisinin de panik içinde olduğunu, durumu kontrol edemediğinin tamamen farkında olduğunu gösteren bariz işaretler aslında sadece savaş hilesi mi?" Zizék salgın ve sonrasında yaşanacak toplum travmasını, Elisabeth Kübler-Ross’un ünlü beşli şemasıyla anlatıyor: İnkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul. Diğer yandan kapitalist animizmin geri döndüğünü iddia ediyor. Yani toplumsal olgulara, piyasa ya da mali sermayeye canlı teşekkül muamelesi yapmanın geri döndüğünü söylüyor. Bütün bunlara bağlı olarak yeni tip bir komünizmin gelebileceğini umut ediyor. "Burada bahsettiğimiz şey elbette eski usül bir komünizm değil, sadece ekonomiyi kontrol edebilecek ve düzenleyebilecek, aynı zamanda ihtiyaç olduğunda ulus devletlerin egemenliğini kısıtlayabilecek küresel bir organizasyon türü." Ancak bunu kim, hangi yöntemle yapacaktır? Sınıf bilincinin kırıldığı bir dünyada, gerektiğinde ulus devletlerin egemenliğini kısıtlayabilecek güç ve organizasyon var edilebilir mi sorusuna karşılık, amorf da olsa argümanları var Zizék’in.

Byung-chul Han (5) düşünce dünyasının yeni yıldızlarından. Han, bu konuyu bir Avrupa-Asya kıyaslamasıyla yorumluyor. Batı'nın küresel kapitalizm nedeniyle zayıflayan bağışıklığından söz ediyor. Sınırların kapatılmasını saçma buluyor. Hatta, asıl Avrupalıların dışarı çıkmaları önlenmeli diyor. Çin, bu salgınla baş etmekte daha başarılı Han’a göre. Bu başarıda tıbbi yöntemler kadar dijital takip sisteminin de rolü olduğunu düşünüyor. Biyo-politika konusunda ürkütücü gelişmeler kaydeden Çin, dijital bir polis devleti kuruyor. Yurttaşlarını takip etmekle yetinmeyip, performans değerlendirmeleri, puanlamalar yapıp, başarı-başarısızlık üzerinden ceza ya da ödüller veriyor. Çin halkının buna itirazının olmadığını, dahası Güney Kore, Hong Kong, Singapur, Tayvan ve Japonya gibi ülkelerin de eleştirel yaklaşmadıkları belirtilir, söz konusu yazıda. Bu yöntemin Batı'ya da ihraç edilebileceği kaygısı da dile getirilir. Dijital sistemin salgın konusunda başarılı olduğunu söylerken, Avrupa’nın ulus devlet alışkanlıkları ve eski egemenlik yöntemleriyle, salgınla başa çıkma çabasını da eleştirir. Zizék’in yanıldığını düşünüyor Han. Çin’deki sistemin ayakta kalacağını, komünizmin asla geri gelmeyeceğini, dahası Batı'nın da kriz sonrası bu dijital kontrol sistemini benimseme olasılığının yüksek olduğunu öngörüyor. Agamben’in kaygılarını haklı buluyor. Ancak Byung-chul Han’ın yazısında rahatsız edici bir alt metin var sanki: Avrupa’ya karşı Asyalı öfkesi, onların "Hubris" balonunu patlatma arzusu. Çin’in kurduğu dijital devleti alttan alta onaylıyor mu? Dijital kontrol sisteminin, bu disiplinlere alışkın Uzak Doğu toplumlarındaki yansımasıyla, Batı'daki aynı olmaz oysa.

Alain De Botton (6) ise pandemiye Stoacı bir yaklaşım gösteriyor: Yani olabilecek en kötü şeyi düşünün ve kendinizi buna göre hazırlayın. Söyledikleri klişe: Bir yerde "Eğer modern dünyada yaşıyorsanız, bilim ve teknolojinin doğanın üstesinden gelebileceğine inanıyorsunuzdur. Bu, Aydınlanma'nın temelinde yatan bir inançtır ve bu dünyada modern insan olarak yaşayan bizler; doğayı fethettiğimize, egemen tür olduğumuza, yırtıcı gücün bizler olduğuna ve çevre üzerinde bir otorite kurduğumuza inandık." diyor. Montaigne, Buda gibi isimlerin pandemi konusunda ne söyleyebileceklerini hayal etmek gerektiğini söylüyor. Okuduğu tüm yazıların, tıbbi raporların ışığında her şeyin çok kötüye gideceğini, herkesin kaygıya düşeceğini düşünüyor. Yepyeni bir durumla ilgili, sistem kadar, sistemin Alain De Botton gibi kimi düşünürleri de hazır görünmüyor. Oysa sinema dünyası bunun için sayısız simülasyon yapmıştı. Şu gerçek ki yazan, konuşan, eyleyen herkes bu durumun acemisidir. Yaptıklarımızı, düşündüklerimizi gözden geçirmek zorundayız. Çünkü tekinsiz bir varlık içimize girdi. Bu noktada David Harvey’in (7) söylediklerini hatırlamakta yarar var: "Uzun zamandır kültür, ekonomi ve günlük yaşamın dışında ve ayrı duran 'doğa' fikrini reddettim. Doğa ile metabolik bağın daha diyalektik ve ilişkisel bir görüşüne sahibim. Sermaye kendi yeniden üretiminin çevresel koşullarını değiştirir, fakat bunu istenmeyen sonuçlar (iklim değişikliği gibi) bağlamında ve sürekli olarak çevresel koşulları yeniden şekillendiren özerk ve bağımsız evrimsel güçlere karşı yapar. Bu açıdan, gerçekten doğal felaket diye bir şey yoktur."

Bu yorum tufanının içinde, asıl arzuladığımız şey söylenmiyor sanki. Birisi çıkıp her şeyin nasıl değişeceğini söylesin istemiyor muyuz? Bunu düşünenler var da, Zizék’in bile alaycılıkla karşılandığını görüp, susuyorlar mı? Zamanın ruhu, nesnel koşullar, bize ne vad’ediyor?

(1) Orhan Koçak “Yoksa Abartıyor muyuz?” Birikim Haftalık. 15.04. 2020

(2) Agamben “Hayatta Kalmaktan Başka Ahlaki Değeri Olmayan Toplum Nedir?” Universus Sosyal Araştırmalar Merkezi. 18.03.2020

(3) Arzu Yılmaz “Koronavirüs Sonrası Ortadoğu” Birikim Haftalık. 11.04.2020

(4) Zizék “Gözetlemek ve Cezalandırmak mı? Evet, Lütfen!” Philosophical Salon. Çeviri: Terrabayt. 18.03.2020

(5) Byung-chul Han “Virüs ve Yarının Dünyası” İştiraki Çevirisi 22.03.2020

(6) Alain De Botton “Röportaj” Çeviri Medyascope. 02.04.2020

(7) David Harvey “Koronavirüs ve Anti-Kapitalist Politika” Çeviri: Alınteri 22.03.2020

*Şair-yazar