“Şefkate söyle o da gelsin.
Özledim onu, o da gelsin saçlarıma dokunsun.”
Didem Madak
Takvim yaprakları 23 Nisan’ı gösteriyor.
Bugün yine çocuklara “geleceğimiz” ve “yarınlarımız” etiketi yapıştırılarak onlara bir ülkenin yarınının sorumluluğunu taşıma görevi yüklenecek ve bugünkü iyi olma halinin bileşenleri ötelenmiş olacak.
Yine bir günlüğüne devlet büyüklerinin makam koltuklarına oturtulacaklar.
Yine bir günlüğüne çocukluğa dair türlü türlü istatistikler yayınlanacak.
Yine bir günlüğüne açlıktan yoksulluğa, işçilikten adaletsizliğe, istismardan ihmale çocukların yaşadığı sorunlar “klik alma” yarışına kurban edilerek magazinleştirilecek. Unutulma hakları hiçe sayılarak fotoğraf ve videoları flulaştırılmaksızın boy boy ekranları “süsleyecek”.
Yine bir günlüğüne deprem bölgesinde kaybolan, kimsesiz mezarlığına isimsiz halde gömülen, çadırlarda şiddete uğrayan, erken yaşta zorla evliliğe maruz bırakılan, eğitim hakkı ellerinden alınan çocuklar konuşulacak - ama kronometrenin süresi dolmadan sessiz sedasız başka gündeme geçme telaşı içerisinde...
Yine bir günlüğüne çocukların sorunlarının tıkıştırıldığı Pandora’nın Kutusu kenardan açılarak derhal kapatılacak - “seçim öncesi ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey” denecek içten içe...
Ne de olsa, Demirel’in o meşhur sözü ülkenin her bir sorunu için uygulanabilir nitelikte: “Meseleleri mesele etmezseniz ortada mesele kalmaz."
Oysa “derin yoksulluk” gibi bir gerçeklik var ve inkâr edilemez. Oysa şairin de dediği gibi “gökyüzü gibi bir şey şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor”. Oysa “mutfak” gibi bir gerçekliğimiz var.
Portekiz’in ünlü yazarlarından José Saramago, çocukluğundan anıları derlediği Küçük Anılar (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018) adlı kitabında, “mutfak bizim bütün dünyamızdı” der. Mutfak gerçekten de bizim dünyamız oldu. Binlerce, yüz binlerce çocuk için de çaresizliklerinin dünyası...
TÜİK verilerine göre, ülkede 6 aylık ve üstü çocukların yüzde 62’si ekmek veya makarnayı her gün tüketirken sadece yüzde 12’si et, tavuk veya balık yiyebiliyor. Çocukların sadece yarısı her gün meyve, sadece üçte biri her gün sebze tüketebiliyor. Yeterli ve dengeli beslenemeyen, temel gıdalara erişemeyen çocukların ne fiziksel ne zihinsel ne de ruhsal gelişimi, gelişmiş toplumlardaki yaşıtlarına denk düşebiliyor. Beslenme bozuklukları, gelişim gerilikleri, bodurluk ve obezite ortaya çıkıyor.
Dünya gıda fiyatları endeksi geçtiğimiz ay 8 ayın en düşük seviyesini görürken, Türkiye'de TÜİK verilerine göre gıda fiyatları 31 aydır sürekli ama sürekli yükseliyor. Mart ayında da yıllık yüzde 67,78 oranında artış gösterdi.
Her ne kadar kimileri et fiyatlarını “Türkiye’de değişen damak tadına” bağlasa da, Almanya'da bir kişi senede ortalama 52 kg et tüketirken Türkiye'de ortalama 7 kg tüketiyor. Almanya’da asgari ücretle geçinen bir kişi bu maaşıyla her ay 145 kilogram dana kuşbaşı alabilirken, Türkiye’deki ücretlerle ancak 26 kilogram etle yetinmek durumunda.
Dolayısıyla, “koyun etini çocuklarımız yemiyor, kokusundan rahatsız oluyor” ifadeleri, et tüketimi günbegün azalan çocukların yoksulluğu ve yoksunluğuyla adeta alay etmeye varıyor.
Halk sağlığı ve çocuk koruma uzmanları uzun zamandır devletin sosyal koruma kapsamının bütün çocukları kapsayacak şekilde genişletilmesi ve okullarda en az bir öğün nitelikli yemek verilmesi çağrısında bulunurken, seçim gündeminde iktidar cephesinde bu temel ihtiyaç da öteleniyor. Hatta meseleleri mesele etmeme politikası, “okula aç giden çocuk yok, bu solcuların uydurması” şeklinde bir inkara dek varıyor.
Bir süredir fritöz markası-mutfak bezi-sürahi rengi üçgeni arasına bilinçli bir şekilde sıkıştırılarak dikkatlerin artan gıda enflasyonu ve çocuk yoksulluğundan suni gündemlere çekildiği yıpratıcı gündemimizde CHP Genel Başkanı ve Millet İttifakı Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun eşi Selvi Kılıçdaroğlu’nun çocuk açlığını gündeminden düşürmemesi sevindirici.
Geçtiğimiz haftalarda, ulusla mutfak dertleşmelerini eşinden kısa süreliğine devralan Selvi Hanım, “Bu ülkede her çocuğun karnı olması gerektiği gibi doyana kadar, her çocuk yeterli beslenene kadar var gücümle çalışacağım. Bu da benim size sözüm olsun” demişti.
“Konuşmamız gereken zor şeyler var” diye sözlerine devam ederek, ülkede her 3 çocuktan 1’ini vuran açlıktan, günü aç geçiren, yatağa karnı guruldayarak giren, her gün makarna ve ekmek yiyerek karnını doyurduğunu sanan çocuklardan bahsetmişti.
Ayrıca, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, geçtiğimiz günlerde yayımlanan “İktidarımızın İlk 100 Gününde Yapacaklarımız” başlıklı broşüründe de okullarda ücretsiz beslenme desteğine atıfta bulunuldu; “Sana söz; öğrencilere ücretsiz süt, su, öğle yemeği verdireceğim” dendi.
Peki çocukların açlık çektiği tek örnek biz miyiz? Elbette değil. Ancak aynı ligde olmak üzere yarıştığımız komşu ülkeler, bu sorunu önceliklendiriyor, çözmek için türlü mekanizmaları seferber ediyor, sorun yokmuş gibi davranmıyor. Gelin, biraz bakalım o örneklere:
Bu süreçte benzer sorunların, Save the Children’ın en güncel verilerine göre 19,6 milyonun üzerinde çocuğun yoksulluğun pençesinde olduğu Avrupa Birliği ülkelerinde de yaşandığı, ancak halının altına süpürülmediği gerçeğinden yola çıkarak oradaki güncel tartışmaları izlemekte ve benzer çözüm önerilerinden politika çıktıları için ilham almakta yarar var.
Yoksa nesiller arası yoksulluk döngüsü bir türlü kırılamayacak... Yoksa biz hükümetin çocuk açlığıyla mücadele için ne kadar kaynak ayırdığını, bütçede sadece çocuk korumaya tahsis edilen kaynakların neden hiçbir şekilde kamuoyuna şeffaf şekilde sunulmadığını öğrenemeyeceğiz.
Bu konuda daha geniş bir vizyon edinmek için birkaç Avrupa ülkesinde son haftalarda yaşanan tartışmalara bakmak bile yeterli.
İspanya, Bulgaristan ve Romanya, çocuk yoksulluğunun en yüksek olduğu ülkeler. Örneğin sadece İspanya’da pandemi öncesinde 2 milyon çocuk yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. İspanya’da birkaç hafta önce alınan bir karara göre, çocuk yoksulluğuyla mücadelede hükümet 200 milyon Euro harcama yapacak, ailelere doğrudan destek verilecek, yerel düzeyde sosyal hizmetlere nakit desteği sağlanacak. Bu kapsamda, çocuklara yaz tatillerinde sağlıklı beslenme imkanlarının bile yaratılması hedefleniyor.
Almanya’da da iki milyonun üzerinde çocuk “yoksul” kapsamda değerlendiriliyor ve ülkede beş çocuktan biri, “çocuk yoksulluğu”nu iliklerine kadar hissediyor. Et yiyemiyor, yeterince ısınamıyor, öğünlerinin miktarı günden güne küçülüyor.
Bunun üzerine AB Konseyi tarafından kabul edilen ve kamuoyunda “Avrupa Çocuk Garantisi” olarak bilinen bir tavsiye metninde tüm üye ülkelere, ihtiyaç sahibi çocuklara nitelikli okul-öncesi eğitime ve bakıma erişim, ücretsiz eğitim ve günde en az bir sağlıklı okul yemeği sağlanması zorunluluğu getirildi. Üye ülkeler bu konuda kendilerine özgü gerçeklikler çerçevesinde yaptıklarını ve yapmadıklarını, ulusal eylem planları dahilinde AB’ye sunacaklar.
Almanya’da da şu anda temel çocuk güvencesine dair tartışmalar sürüyor. Tasarının yasalaşması durumunda iki yıl içinde yürürlüğe girmesi beklenen sistemde, dar gelirli ailelere çocuk başına ve ailenin gelirine göre ayarlanan bir ek ödeme yapılacak.
AB’nin en yüksek enflasyon düzeylerinden birini yaşayan Avusturya’da da 370 bine yakın çocuğun yoksulluk ve sosyal dışlanma yaşadığı biliniyor. Muhalefetteki sosyal demokrat SPÖ partisi, çocuk yoksulluğuyla yeterince ilgilenmediğini ileri sürdüğü hükümete yönelik birçok itirazda bulunuyor ve temel olarak üç talebi var: çocuklar için temel bir katkı ödeneği, okullaşmaya destek ve her gün bir öğün sıcak ve sağlıklı yemek verilmesi. Avusturya hükümeti, haftalardır tıpkı komşusu Almanya’da olduğu gibi, benzer bir çocuk destek planının hangi kaynaklarla finanse edileceği konusunda tartışmalar yaşıyor.
Avrupa’da çocuk yoksulluğunun çarpıcı bir şekilde kendini gösterdiği bir diğer ülke de Birleşik Krallık. Son verilere göre 4 milyona yakın çocuk, “gıda yoksulluğu” çekiyor, öğün atlıyor veya bir gün boyunca aç kalıyor. Gıda bankalarına geçtiğimiz yıl yapılan başvurularda yüzde 40’a yakın bir artış yaşandı ve gıda bankaları artan talebe ilk kez yetişememeye başladığı için gıda bağışlarının artması çağrısında bulundu.
Yapılan anketlere göre İngiltere’de on kişiden sekizi, ücretsiz okul yemeklerini, düşük gelirli veya işsiz ailelerin tümünü kapsayacak şekilde genişletmekten yana. Ancak, gıda enflasyonunun yüzde 17’lere dayandığı Birleşik Krallık’ta şu anda sadece yıllık geliri 7400 poundun altında olan hanelerdeki çocuklara ücretsiz okul yemeği veriliyor. Sıkı kriterler yüzünden ihtiyacı olmasına rağmen sırf Londra’da 210 bine yakın çocuk, ücretsiz yemekten faydalanamıyor.
Bu konuda Londra belediye başkanı Sadiq Khan, Eylül ayından itibaren Londra’da istisnasız tüm ilk öğretim çağı çocuklarına bir yıl boyunca bir öğün okul yemeği verileceğini açıkladı. Bunun için de kent bütçesinden 156 milyon dolarlık bir program bütçesi yarattı. Böylelikle çocuk başına her aileye 529 dolarlık bir tasarruf imkanı doğacak ve çocuklar arasında gelir düzeyi üzerinden sosyal etiketleme vakaları azalacak.
Geçtiğimiz ay, çiçeği burnunda Başbakan Rishi Sunak’a, okullarda ücretsiz yemek almaya hak kazanmak için gerekli aylık gelir düzeyini düşürmesi çağrısında bulunuldu ve ülke çapındaki gıda fazlasının ihtiyaç sahibi ailelere dağıtılması yönünde sivil toplum baskıları da artıyor. Zira her yıl 42.500 ton gıda fazlasının ortaya çıktığı Birleşik Krallık’ta bu rakam 100 milyon öğüne karşılık geliyor.
Tüm bu ülkelerin de ortak özelliği, Dünya Gıda Programı, Avrupa Birliği, UNICEF gibi kanalları etkin bir şekilde kullanıp, gerekli fon imkanlarını araştırmaları, bilimsel verileri irdelemeleri, hazırlanan raporları “yok hükmünde görmeksizin” çözümün bir parçası olarak iyice okumaları ve uygulamaları.
Bu ülkeler, ulusal bütçelerinden kaynak buluyorlar, bağışçılarını harekete geçiriyorlar, yabancı finansman olanaklarını sonuna dek kullanıyorlar, çocuk haklarını anayasanın tozlu sayfalarında bırakmak yerine bizzat uygulamak için gündem yaratıyorlar.
Üstelik bu ülkeler, çocukları “geleceğin güvencesi” olarak görmek yerine, çocukların şu andaki iyi olma hali göstergelerini iyileştirmeye odaklanıyorlar.
Dolayısıyla, çocuk beslenmesi, çocuk yoksulluğu, çocuk açlığı gibi çocuk hakları kapsamındaki sorunlar, bir nevi “hınzır sorun” olarak görülmelidir. Hınzır sorun, aslında planlama literatüründe sık kullanılan bir kavram; ancak birçok sosyal politika alanında da yaşananların bir özeti: Tam çözdüğünüzü düşündüğünüz anda sorunun yeni bir boyutu daha ortaya çıkıyor.
Bu açıdan üzerinden 12 yıl geçmiş olmasına rağmen 2011 yılında Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politikalar Forumu (SPF) tarafından hazırlanan “Devlet İlköğretim Okullarında Ücretsiz Öğle Yemeği Sağlamak Mümkün mü?” başlıklı kapsamlı rapor halen çözüm önerileri ve dünya uygulamalarına dair analizi açısından günümüze ışık tutuyor.
Çocukların beslenme sorununu çocuk yoksulluğu ve ihtiyaç sahibi hanelerin sosyo-ekonomik açıdan güçlendirilmesi perspektifinden ele alan bir siyasi iradeye gerçek anlamda ihtiyaç var. Ve bu desteği de seçimler yaklaşırken kömür ve/veya Ramazan kolisi şeklinde yapmak yerine daha bütünlükçü, Avrupa’daki çözüm önerileri ve tartışmaları takip eden çağdaş bir vizyonla yapmak gerekiyor.
Yoksa mobilyacılarda çalışan, kolunu, bacağını iş makinelerinde, şantiyelerde kaybeden ufacık çocukların dramını, muğlak bir yoksulluk üzerinden okuruz ve o çocuğun aslında okula aç gittiği için kafasının çalışmadığı, beslenemediği için aldığı düşük notlar sonucunda okula gitme şevkinin kırıldığı gibi, sorunun “perde arkasını” göremeyiz.
Boğaziçi Üniversitesi raporundaki o güzel tespiti anımsarsak; ücretsiz okul yemeği, “kalıcı eşitsizliklerin dönüştürülmesinde etkin bir sosyal politika aracı”dır.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına doğru ilerlediğimiz ve ülkenin yönelimini belirleyecek kritik bir seçime adım adım yaklaştığımız bu günlerde, kalıcı eşitsizliklerden, sosyal politikalardan, yoksulluktan bahsederken aslında hepsinin özünde, çocukların beslenme çantasının içler acısı durumunun olduğunu gözden kaçırmayalım.
O beslenme çantası da, o mide de artık dolmalı. Bize yakışanı budur. Çünkü şairin de dediği gibi, “yaşamak şakaya gelmez”, çocukların sağlığı da...