Konut sahipliği ve kiracılık ikileminde politika

Konut sorunu, kentsel bir sorundur. “Ucuz kiralık konut” talebi, kamusal bir talep olarak tasarlanabilir. Ama politik partilerin ve yönetimlerin daha çok popülist bir zemine kaydığı görülüyor.

Abone ol

Besime Şen*

ÖĞRENCİ YURTLARI, KİRA ARTIŞLARI ÜZERİNE

Yakın bir zamanda Türkiye’deki konut sorununu öğrencilerin barınma sorunu ve fahiş kira artışları üzerinden tartışmaya başladık. Bu tartışmanın kuşkusuz konuyla ilgili kişilerin fikirlerini sakin bir şekilde etraflıca ortaya koydukları “Türkiye konut politikası” üzerine olmasını beklerdik. Ama özellikle öğrencilerin yurt sorunu gibi eğitim başlamadan çözülmesi gereken temel bir ihtiyaç kısa sürede polisiye bir konuya dönüştü. 

Fahiş kira artışları ve öğrencilerin barınma sorunu elbette vardı, orda duruyordu, ama okulların açılması ile bu iki sorun da adeta sokağa döküldü. Sorunun bir ucu elbette pandemi ve ekonomik kriz ile ilişkili ki bunun niceliksel bir sorun olduğunu söyleyebiliriz. Ama asıl tartışmamız gereken konu barınma sorununun yapısal nedenleriyle ilgilidir ki bu çerçeve hangi kentte ne kadar konut üretiliyor ya da konut ortaya çıkan fazlası, mülk sahipliği ve kiracı sayıları, gecekondu sayıları, kiraların artış oranı, konut kredisi faiz oranları gibi temelde niceliksel olan etkenleri masaya koyarak konut sorunu veya konut politikalarını konuşmak artık yararı olmayan bir tartışmadır. Bu nedenle bu yazıda hiç rakam görmeyeceksiniz. Bugün yapılan tartışmalarda rakamların sorunu manipüle etmeye yaradığını netlikle görebiliriz. Gerek yöneticiler gerekse sorunun sahipleri rakamlar vermeye çalışıyor. Oysa İstanbul, İzmir, Ankara gibi metropollerde yeteri kadar yurt ya da yurt olarak kullanılabilecek yapı var. Düşük gelirliler ve yoksullar için ucuz kiralık konut stokuna dönüştürülebilecek konut fazlası da var.

Pandemi koşullarında konut piyasasında bir hareketlilik yaşandı; uzaktan eğitim ve çalışma nedeniyle kişiler yaşadıkları konutları ya değiştirdiler ya da öğrencilerde olduğu gibi konutlarını boşalttılar. Sonra geri dönüşler başladı ki bu dönüş anında ekonomideki genel fiyat düzeyindeki olağanüstü artışlara yakalandılar. Piyasada sayıları sınırlı olan kiralık konutlar, emlakçıların elinde spekülasyon ile fiyatları daha da arttırılarak kiraya verilir oldu. İlk kez emlakçılarda sıraya girmiş olan ihtiyaç sahiplerini görür olduk.

Kiralık konut piyasasındaki diğer etken, Ortadoğu'dan savaşlardan kaçan mültecilerin kiracı kitlesine eklenmiş olmasıdır ki bu da talebi artıran bir etkendir. Mültecilerin uğradıkları ırkçı saldırı ve baskılar nedeniyle kentin her bölgesinde yaşayamayacağını düşünürsek, talebin belli bölgelerde yoğunlaştığı hatta yerelde en kötü durumdaki konutlara yerleştiklerini görüyoruz. Avrupa’da mültecilerin barınma ihtiyacı sosyal konut alanında ve bazı durumlarda kamplarda geçici de olsa adeta depo ediliyor. Bu anlamda Avrupa yaklaşımının hali hazırda bize mültecilerin barınmasıyla ilgili iyimser fikirler vermediğini belirtmek gerekir.

Savaşlar aynı zamanda savaştan kaçan üst gelir gruplarını da konut piyasasına kattı. Talep fazlası üretilen lüks konutlar bu şekilde piyasaya aktı. Avrupa ve Dubai gibi Asya ve Ortadoğu coğrafyasında gerçekleşen konut yatırımları içinde savaştan kaçan bir sermayenin olduğunu biliyoruz.

Bir diğer etken de kentlerde gerçekleştirilen kentsel dönüşüm projeleridir. Eski konutların yıkımı ve yeniden yapı ile evlerini boşaltan haneler, kiralık konut piyasasına çoğalarak ekleniyorlar ve yıkılan konutlarda kiracı olanlar, geri dönemeyecek şekilde kentin daha dezavantajlı yerlerine taşınıyor. Bu boşalt-doldur hareketliliği de kiralık konutlar üzerinde bir baskı aracına dönüşüyor.

YAPISAL VE İDEOLOJİK BOYUT: KONUT SAHİPLİĞİ

Türkiye’de barınma ihtiyacının “konut sahipliği” üzerinden çözülmeye çalışılması, bugün yaşanan sorunun temel kaynağı olduğunu belirtmek gerekir. Özel mülkiyet esasları ile barınma ihtiyacı gibi birbiriyle çelişkili hatta çatışmalı olan iki farklı yaşamsal ve yasal alanın birbirine bağımlı hale gelmiş olması, sorunu çözülemez hale getirmektedir. Hem Türkiye hem de dünyada konut üretimi alanının büyük oranda finans kurumları ve finans araçlarının etkisi altında olmasıdır.

Türkiye üzerinden belirginleşen diğer ulusal nitelikli politikanın, konut arz ve talebinin bütünüyle piyasa esasları üzerinden yürütülmesidir. Avrupa kıtasının deneyimlerinden gördüğümüz sosyal konut politikası, kısmen arzı yani konut üretimini ihtiyaç sahiplerinin farklılaşan koşullarına uyumlu hale getirmeye çalışırken; yoksulların ve diğer ihtiyaç sahiplerinin konut talebini ise büyük oranda kamusal araçlar ile yönetmeye çalışmaktaydı. 1970 sonlarına kadar kapsamlı, günümüze kadar ise daraltılmış ve dönüştürülmüş olan sosyal konut politikasının kuşkusuz yeni yaklaşım ve yönetim biçimleri ile yeniden güncel tartışmalara dahil edilmesinde yarar var.

KONUT SAHİPLİĞİ; BAŞARISIZ AMA ETKİLİ

Konut sahipliği politikası, girişimcilerin kendi yatırım ve kar beklentilerini realize etmeyi, öncelikle politik karar alıcılarına kabul ettirmesi ile etkili olur. Bu etki, toplumu ve konut ihtiyaç sahiplerini “konuta sahip olma” ya ikna etmesi ile kaçınılmaz bir fikir olarak ellerini güçlendirir yani bir “ideoloji” gibi herkesi ikna eder. Ve günümüzde yurt ve düşük kiralı konut bulamayan öğrencilerin mağduriyetinin sadece yurt edinme üzerinden tartışılması da genel konut sorunundan izole edilerek tartışılmaktadır ki bu oldukça sorunlu bir pozisyon üretmektedir.

Öğrencilerin barınma ihtiyacını, yaşamaya geldikleri kentin bütün çevresi ile düşünmeyi ihmal eden bir bakış açısı oluşmaktadır ki bu durum kentin kamusallığını konuşmayı da sınırlamaktadır. Sosyal konut fikrine bu yazıda bile hala gelemediğimizin manidar bir karşılığı var. Bütün bu tartışmaların sosyal konut önerilerinin dışında yapılması da ayrıca manidar.

'KAMUSAL OLANDAN VAZGEÇME' Mİ?

Sosyal konut politikası, Avrupa kıtasında 2.Dünya Savaşının yaralarını sarabildi. Hatta onun da ötesine geçerek kadın yoksulluğu, göçmen işçiler, işsizler, genç ihtiyaç sahipleri için çeşitlenmiş ve güncellenmiş politikalarla da buluşabilen bir sosyal konut yaklaşımı da filizlendi. Fakat 1970 sonlarına gelindiğinde sosyal konut alanı hızla hantal bir bürokrasinin içinde kalarak sorunlar üretmekteydi. Neoliberal politikalar ise bu sorun alanları üzerinden adeta rövanşist bir “kamusal yıkım” politikası ile yaygın bir ticarileşme ve özelleştirme yönelimine girdi ki bu politika zaten küresel ölçekte hedeflerini belirlemişti. Özellikle 1980 sonlarında konut alanında kamusal yatırım yerine piyasa aktörlerini güçlendiren ve küresel ölçekte hareket eden; hükümetleri etkileyerek kararlar alabilen inşaat sektöründeki yatırımcıların büyük bir etki alanı yaratabildiklerini gördük. Sonuç; barınma ihtiyacımız için tek çözümün “konut sahipliği” olduğuna hepimiz ikna olduk. Neyimiz var yok satarak önce bir konut sahibi olmaya başladık ki birikimler tükenince banka kapılarında dizilerek konut kredisi ile ömrümüzün bir kısmını borçlu kimliği ile geçirmeye başladık. Kısacası bugün konut sorununa dair fikirleri dahi finans çevreleri ile inşaat grupları tasarlamaktadır.  “Ucuz kiralık konut” ile konut sahipliği arasında yapılacak tercihlerin konut sahipliğine yönelik olacağını kestirmek zor değil. 

Düşük gelirlilerin konut sahipliğinin olanaklarının özeti şudur: Müteahhitler düşük nitelikli ve dezavantajlı bir kentsel lokasyonda konut üretir ve düşük gelirliler yüksek faizli konut kredisi ile borçlanır; konutların inşa edildiği fiziksel çevre düzenlenmesi bitmeden sahiplerine teslim edilir; kısa zaman içinde bu konut çevresi bakımsız hale gelir ve her açıdan kalitesini yitirerek kredi borcu bitmeden diğer konutlar karşısında değerini kaybetmiş olur. 

Bu sarmal orta sınıf ve üst sınıf konut stokunu da içine alacak biçimde konut-finans piyasası ilişkisi üzerinden 2008 yılında küresel bir krize dönüştüğünde, mesele bütün ekonomiyi kapsayarak ciddi toplumsal yıkım ve kayıplara yol açmıştı.  Bu krizde de deneyimlendiği üzere değer kaybetme ve borç sarmalını toparlamak üzere kamu otoritelerini ortalığı toparlamaya çağıran kesim konut kullanıcıları değil, konut yatırımcıları ve finans çevreleri olmuştur. Kamu kaynaklarının gerek kriz dönemlerinde gerekse ekonomik büyüme dönemlerinde inşaat yatırımlarına aktarılmasının anlamı, piyasaların yüklenmesi gereken maliyetin “yoksullar ve kaybedenler” adına kamu üstlenir. Eşitsizlik burada yapısal bir ilişki olarak açığa çıkar.

SONUÇ OLARAK;

Konut politikaları merkezi olarak üretilse de çözümün uygulanması her bir kentin koşulları üzerinden parsele kadar uzanan süreçleri vardır. Yani A yerelindeki bir ihtiyacı B yerelinde konutlar üzerinden çözemezsiniz çünkü kişilerin iş ve diğer toplumsal süreçlerini taşımak kolay değildir.

Konut sorunu aynı zamanda kentsel bir sorundur. Kentlerin kamusal mekanlarının yitimi, düşük gelirlilerin konuta erişiminin sınırlanması ile paralel işleyen bir süreçtir. “Ucuz kiralık konut” talebi, kamusal ve politik bir talep olarak tasarlanabilir. Ama politik partilerin ve yönetimlerin daha çok popülist bir zemine kaydığı görülüyor. 

1970’li yıllar ihtiyaç alanlarının ve barınmayla ilgili gecekondulaşmanın, farklı toplumsal çevreler ve siyasetler arasında gerçekleşmiş bir politikleşme yaratmıştı. Bu aynı zamanda kentsel yaşam çevresinin kamusallığını genişleten bir etki yaratmıştır. Konut kooperatifleri, meslek çevreleri için yapılmış lojmanlar tüm yönleri ile sosyal konut değildi ama kentin kamusallığını geliştiren yapısal ilişkilerin gelişimini sağlayabilmişti. Tek bir kamusallıktan öte çoklu kamusallık fikrine yönelmiş politik adımlar konut alanında geliştirilebilir.

Kısacası konut sorunu özelde ucuz kiralık konut ve öğrencilerin yurt sorunu kamusal bir mesele olup politik bir yaklaşım ve kararlılık içinde tesis edilebilir. Dolayısıyla ucuz kiralık konut talebinin sahiplerinin de aktör olarak kurgulandığı bir politika, toplumun ihtiyaç sahibi öznelerinin katılabildiği süreçler ile gerçekleşebilir.

*Prof. Dr., MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü