Türkiye’nin 1990’dan bu yana, yani son 33 yılındaki siyasi dalgalanmalarını şöyle bir yoklayan herkes Kürtler açısından seçimlerin, yürüttükleri hak mücadelesinin en zor ve en önemli ayaklarından birini oluşturduğunu teslim eder. Kürtçe kaset bulundurmanın dahi suç sayıldığı, anadilin engellendiği ve yok edilmeye çalışıldığı, her türlü sivil toplum faaliyeti veya sivil itaatsizlik girişiminin ölüm veya hapsedilmeyle sonuçlandığı bir ülkede seçimler Kürtler açısından kendini ifade etme, dolayısıyla varlığını onu yok sayan devlete kanıtlamanın en etkili araçlarından biri olageldi.
Ancak bilindiği gibi bu çabanın görünür olduğu 1990’lardan bu yana seçim tercihleri de Kürtler açısından hiçbir zaman yaptırımsız kalmadı; oy verdikleri hemen tüm partiler kapatıldı, oy verdikleri hemen tüm siyasetçiler hapsedildi, oy verdikleri hemen tüm belediyelere kayyum atandı. Kürtler nasıl ki kendini ifade etmenin bir aracını bir şekilde bulup geliştirdi ise devlet de aynı çabayla o tarafa yönelmeyi ihmal etmedi ve bunu bastırmak için her türlü yola başvurdu. 1990’lardan bugüne mitinglerinden sonuçlarına kadar tüm seçimler bir halkın varlığını ve haklarını ifade ettiği birer deklarasyon oldu. Seçimler bu yönleriyle tekrar tekrar bir inadın da oylanmasına dönüştü. O oy, ne yol ne köprü, ne iş ne ihale alamayacağını, herhangi bir saadet zincirine eklemlenemeyeceğini, aksine türlü mağduriyetlerle karşılaşacağını bile bile, sadece bir inadı ve iradeyi ortaya koymanın oyu oldu.
Yalnızca son 3-4 yılda HDP’ye yapılanlar 14 Mayıs’ta seçime girecek diğer 35 partiye son 30-40 yılda yapılan haksızlık ve baskıların yekunundan kat be kat fazla. Bu açıdan bakıldığında son 33 yılda Kürt siyasi partileri gibi başladığı günden (1990) bu yana kapatılma, hapsedilme, yasaklanma, ekonomik kaynaklarının yok edilmesi veya zayıflatılması gibi her türlü engellemeye rağmen istikrarlı bir şekilde oyunu artıran başka bir siyasi geleneğin olmadığı görülecektir. Bugün HDP’liler “bize yapılanlar başka bir partiye yapılsaydı esameleri okunmazdı” derken abartmıyorlar.
Yine 1990’ları araştıranlar ya da hatırlayanlar, Kürtlerin Kürt partilerine oy verme eğilimine girmesinin de kolay gelişmediğini, Kürtlerin kendi aralarında da bunun çok ciddi çatışma ve kırılmalar yarattığını, Kürtlerin kendilerinin de “Kürt seçmen” haline gelmesinin basit bir siyasi kampanyayla sağlanmadığını görür. Bu süreç Kürtlerin kendileriyle de mücadele etmelerinin, on yıllarca süren alışkanlık ve reflekslerin değiştirilmesinin ve bunun ağır sonuçlarıyla karşılaşma gerçeğiyle yüzleşmenin de süreci oldu. Böyle olmasaydı, Kürt partilerinin 1990’dan itibaren herhangi bir şekilde seçim barajını aşmak gibi bir derdi olmayacaktı. Bu barajın aşılabilmesi dahi aradan tam olarak 25 yıl geçtikten sonra 2015’te mümkün olabildi.
1990’lardan bu yana Kürtler oy tercihlerini açıklarken “oyumu kendime vereceğim” der. Oy verdiği partisi “kendi”sidir. Zira ancak o oyla kendini ifade edebilecek, o oyla hayatı boyunca ifade edemediği, gösteremediği varlığını gösterecektir. Dahası belki de o oy kendini ifade etmenin tek aracı haline gelmiş veya getirilmiştir. Bu nedenle de o araca her zaman sımsıkı sarılmak zorunda kalmıştır.
Kürt oyu romantize edilip kutsallık atfedilecek bir oy da değildir. Ancak herhangi bir oy olmadığı da aradan geçen 33 yılın ağır bilançosu karşısında apaçık ortada. Dolayısıyla Kürt oyunu tartışır, ona yön vermeye çalışırken o oyun ne olduğu ve ne olmadığını akılda tutmak gerekir.
Bu açıdan 14 Mayıs seçimlerinde zinhar HDP’ye oy vermeyecek bir kısım (ne kadar olduğu meçhul) sol-sosyalist seçmenin oyu için Konya, Muğla gibi illerde onbinlerce Kürt oyunun başka bir partiye (TİP) yönlendirilmesi önerisi Kürt oyu/meselesinin gerçeğine olan uzaklığı gösterir ancak. Hacı Çevik’in ifadesiyle “iki kere öteki” olan Konya Kürtlerinin en az iki yüzyıldır o bölgede ne zorluklarla yaşadıklarından, bugün ulaşılabilen 50 bin oya ne tür zorluk ve risklerle ulaşılabildiğinden de bihaber veya haberdarsa da pek umursamayan bir yaklaşım bu. Aynısı ya köyü yakıldığı ya OHAL cinayet ve işkencelerinden kaçtığı ya da bölgesinde bir atölye dahi açılmadığı için ekonomik sebeplerle gelmek zorunda kalmış ve burada ırkçılığın her türüne maruz kalan Muğla’daki Kürtler için geçerli.
Öte yandan, yıllardır HDP’yi kriminalize eden, toplumsal meşruiyetini yok etmeye çalışan iktidarın istediği de biraz bu; görünür olmaması, meşruiyetinin sağ-sol fark etmeksizin sorgulanması. Oysa on yıllardır Kürt oyunu “Kürt oyu” yapan şey tam aksine kendini herhangi başka bir şekil veya surete büründürmeden, gizlemeden, olduğu haliyle göstermesi oldu. Bu oy Kürtler için bir inat ve deklarasyon oyu, dolayısıyla milletvekili çıkarıp çıkarmaması, baraj altında kalıp kalmaması -önemli olmakla birlikte- o inadın yanında ikinci planda kalıyor. Kürt sorununun demokratik çözümü, Türkiye’nin demokratikleşmesi de önemli oranda o inadın sürdürülmesine bağlı. Sol-sosyalist bir partiye düşen sorumluluk da o inadın görünürlüğünü kendi görüntüsüyle azaltmak, silikleştirmek değil, aksine artırmak, meşruiyetini kanıtlamak olmalı.