Hoon amca ile birlikte kamyonette gidiyorduk. Damadının pikap kamyonetiydi bu. Arabayı ben kullanıyordum. Hoon amcaya kamerayı vermiştim. Genellikle arabanın tavanını çekiyordu. Kahverengi lekeler vardı tavanda. Pek enteresan değildi yani. Ben bir yandan kameraya anons yapıyor, bir yandan kameranın başını aşağı indiriyor, bir yandan da vites değiştiriyordum. Arkada sürekli renk değiştirerek akan kırmızı, yeşil, sarı orman vardı. –Renk sıralamasında da dikkatli olmalı bazı ülkelerde yazar.– Sonbahar şiirleri gibiydi orman. Önünde bellerine kadar suya gömülmüş çeltik tarlaları vardı ve bu hikaye bir çeltik öyküsüydü.
Meksika’da Cancun’da, WTO-Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantısı sırasında, dışarda göstericiler bütün dünyada küçük çiftçileri öldüren bu kararları protesto ediyorlardı. Koreli çiftçi Mister Lee, barikatın üstüne çıkıp, ‘WTO Koreli çiftçileri öldürüyor.’ diye bağırdı ve kısa ama çok keskin bıçağını kendi karnına sapladı. Böylece bir Koreli çiftçiyi daha öldürdü WTO. Koreli çiftçilere; ‘Mister Lee’nin bıçağının kendi karnını parçaladığında ne hissettiniz?’ diye soruyordum. ‘Sadece geçen yıl 250’den fazla küçük çiftçi kendisini öldürdü. Hepsinin kendilerine sapladıkları bıçakları karnımızda hissediyoruz.’ diyorlardı. O sırada bıçakla küçük sırıkların uçlarını sivriltiyorduk, bıçakla topladıklarımızın köklerini ayıklıyorduk, bıçakla tavuk kanatlarını yoluyorduk, bıçakla midyelerin kabuklarını ayırıyorduk…
Hoon amca, içinde çiftçi sendikalarının da olduğu işçi sendikaları konfederasyonun başkanıydı. Birlikte Kore’yi dolaşıyorduk. O gittiği yerlerde panellerde konuşuyordu. Çok iyi bir konuşmacıydı. Tek kelime bile anlamıyordum ama bende devrim yapma isteği uyandırıyordu. Haramilerin saltanatını yıkma tadı veriyordu. En fazla 1.60’tı boyu. Her gittiğimiz yerde benim için bir İngilizce hocası ayarlıyordu. Tercümanlık yapıyordu hoca. Hemen hepsi ilk olarak cuntayı deviren isyan sırasında, Hoon amcanın askeri kışlayı halkla birlikte bastıklarında yaptıklarını anlatıyordu. Her efsane gibi kendini aşmıştı bu efsane. 2.5 metre büyüklüğünde havan topunu omuzunda dışarı taşıdığını anlatıyorlardı. Bazen hesapladığımda bir kamyondan daha fazla tüfek çıkarmış oluyordu. Hoon amcaya bakıyordum. Kürsüde bazen kendini göstermek için yukarı doğru sıçrıyor gibi geliyordu. Sırtında havan topu hayal ediyordum. 'Tahayyül bile edemiyorum' deyiminin sözlük karşılığı gibiydi ama onlara inanıyordum. Havan topu Hemingway’in dediği gibi, gerçek olamayacak kadar gerçek geliyordu bana.
Her şehirdeki İngilizce hocaları benzer konuşmalarla başlıyorlardı. İsim, evli, bekar, kaç kardeş, doğum günüm gibi temel sorulardan geliyordu genellikle sorular. Hatta burcum bile soruluyordu. Sonra yemek yemeğe başlıyorduk ve sert bir pirinç rakısı içmeye ama oldukça sert. Bir kişi eline şişeyi alıyor, herkese içki koyuyordu. Şişeyi son koyduğu kişinin önünde bırakıyordu. Biraz sonra içkisi son konulan, o şişeyi alıp dağıtıyordu. Eşitlikçi bir saki sistemiydi yani.
Hoon amcanın yaşadığı şehre gelmiştik. Sabahtan evine çağırdı beni. Kendisinin yarısı kadar, küçüğünde küçüğü bir eşi vardı. Daha önce de gitmiştim. Yerde oturup yemek yiyorduk. Evde sadece televizyon ayaklı bir yerde duruyordu zaten. Bütün dünya yerde yaşanıyordu. Birlikte içeri gittiler. Önce Hoon amca geldi, perdeleri kapadı, oda karardı dışarı çıktı. Sonra birlikte odaya girdiler. Eşinin elinde kendi yaptığı küçük bir pasta, üstünde bir mum vardı. Happy Birthday’i söylüyorlardı galiba. O zaman anladım doğum günümdü.
Bin yaşıma daha girdim…