Körfez ve Daha: Ne nasıl söylediğin değil, ne söylediğin…
Adana’da “Körfez” ve “Daha” filmleri çıktı seyircinin karşısına. İki filmde sinema olarak geçer not almaya yakın dursa da filmlerin söylemi üzerinde daha fazla konuşmayı gerektiriyor.
Adana Uluslararası Film Festivali’nin ulusal yarışma bölümünde
perşembe günü iki film vardı. İlki Emre Yeksan imzalı “Körfez”,
ikincisi de Onur Saylak’ın “Daha”sı. İkisi de ilk film. Yeksan,
sakince ilerleyen ve çevresiyle birlikte kendisi de değişen bir
adamın hikayesini anlatırken; Onu Saylak, Hakan Günday’ın “Daha”
isimli romanından esinlenerek çektiği filmde ilk gençliğindeki
Azad’ın kendi iç çelişkileriyle birlikte altüst oluşunu ve
dönüşümünü anlatıyor.
İki filmin de iyi ve aksayan yanları olduğunu ilk elden not
ederek başlayalım. “Körfez”, boşandıktan sonra ailesinin yanına
İzmir’e dönen ve babadan kalma atölyenin başına geçen Selim’i takip
ederken ilk yarıda sinemamızın vazgeçilmezi “dertli” adam hikayesi
izliyormuşuz duygusuna kapılmaya başlıyorsunuz. Ancak, İzmir
Körfezi’nde yaşanan bir tanker kazasının ardından kenti kaplayan
kokunun dayanılmazlığı işleri değiştiriyor. Kent yaşanılamaz hale
gelince orta/üst sınıflar başka yerlere kaçıyor ve meydan
diğerlerine kalıyor. Yeksan, özellikle kentteki dönüşüm duygusunu,
boşluk hissini başarılı bir şekilde geçiriyor seyirciye. İzmir’in
terk edilmiş bir kent haline gelişini usul usul izliyoruz. Bugüne
kadar bildiğimiz İzmir görüntülerinin aksine, kenar mahallelerde,
arka sokaklarda geçen başka bir hayatın ve insanların varlığına da
tanıklık ediyoruz kamera ile birlikte. Ancak filmin bu görsel ikna
ediciliği hikaye açısından aynı derecede güçlü olmaktan uzak
kalıyor.
Öncelikle Selim’in kendi ailesinin dertlerine bile uzak,
duyarsız duygusuz bir adam olmaktan finalde geldiği yere geçiş
evresindeki eksiklikler akamete uğratıyor hikayeyi. Ama asıl olarak
yönetmenin, Selim’in ailesi ve çevresi de dâhil üst/orta sınıflar
kenti terk ettikten sonra ortaya çıkan ‘sevgi’ ortamının nasıl
oluştuğuna dair politik metninin zayıflığı filmin dikkat çekici
tarafı olarak kalıyor elde. Nihayetinde devlet otoritesinin
(örneğin polis) yerli yerinde durduğu bir dünyada geride kalanlar
için yeni bir dünyanın mümkün olup olmayacağı bir soru işareti
olarak kalıyor. Kaldı ki, kenti terk eden Selim’in ailesi ve
çevresinin ‘kötü’ insanlar olduğuna dair bir emareye de
rastlamıyoruz. Babası evini açıyor örneğin işçilerine… Ama filmin
metaforlarla yüklü dünyasından yayılan kokunun ihalesi onlara
kalıyormuş gibi görülüyor filmin bütününde. “Körfez”, kokuşmuşluğun
kaynağını orta sınıfta ararken nedensiz, ‘ötekiler’in mutluluğunu
seyirciyle paylaşırken sebepsiz kalıyor bu yüzden.
Kenti terk edenlerin motivasyonunun ‘konfor’, kalanlarınkini
‘yoksulluk/ yoksunluk’la izah etmek, doğru ama eksik bir tespit
olabilir. Orta sınıfların sistemle kapanamaz bağlarını; yoksulların
yoksul oldukları için değil, dünyayı değiştirebilecek potansiyeli
barındırdıkları için önemli olduğunu bir kenara bırakınca film de
orta sınıfa öfke dolu ama ‘orta sınıf ütopyası’ olmaktan
kurtulamayan bir noktaya savruluyor ne yazık ki!
‘DAHA’NIN KAPANAN KAPILARI
Oyuncu olarak tanıdığımız Onur Saylak’ın “Daha” ile iyi bir
sinema gözü olduğuna da şahitlik ettik festivalde. Türkiye sanat
sinemasının genel temayüllerine aykırı olarak tempolu, hızı
kesilmeyen ve geveze sayılabilecek bir film izledik. Hakan
Günday’ın ‘gaddar’ dilinin filme de yansıdığı, erkeklik şovları
arasında büyümek zorunda kalan bir çocuğun kendisini ‘erkeklik’le
yeniden var ettiği bir evreni izledik. Babası Ahad ile birlikte
göçmen kaçakçılığı işi yapan Gaza’nın çocukluktan gaddar bir adam
olmaya doğru giden yolunu takip ettik. Film özellikle Feza
Çaldıran’ın görüntü yönetimi, Ali Aga’nın tempoyu düşürmeyen ve
hikayeye dinamizm katan kurgusuyla da iki saate yakın süresine
rağmen seyri hayli kolay bir yapım olarak dikkat çekti. Ama tıpkı
“Körfez”de olduğu gibi filmin dilinin sıkıntıları, görsel anlatı
özelliklerinin üzerine çıkıyor toplamdan bakınca.
Hakan Günday’ın kitabı “İyi ya da kötü insan olmanızın bir
anlamı yok. Yeterince güçlü değilseniz bu hayatta da size yer yok”
şeklinde özetleyebileceğimiz bir ana cümleye sahip nihayetinde.
Belli ki Onur Saylak da bu cümlenin doğru olduğuna inanıyor.
Ahad’ın bütün kötülüğüne rağmen onunla aynı işi yapan tekne sahibi
kardeşleri iyi resmetmekten geri durmuyor ve onların seyirciyle bağ
kurmasına izin veriyor. Oysa aynı pis işi yapıyorlar. Gaza’nın çok
iyi bir okul kazanmış olmasına rağmen gitmeyip, yaşadığı onca
şeyden sonra dönüp dolaşıp başka türlü bir Ahad’a dönüşmesi onun
için kaçınılmaz son olabilir belki ama filmin “yapacak bir şey yok
bu işler böyle oluyor maalesef” noktasında durmayı tercih etmesi,
Gaza’nın güç, erkeklik ve iktidarla ilgili düşüncelerini
‘gerçekmiş’ gibi sunmaktaki gayreti, açık bir itiraz noktası
oluşturuyor. Filmin başka türlüsünün de mümkün olabileceğine dair
bütün kapıları kapatıyor oluşu da bunun kanıtı gibi duruyor.
Ulusal yarışma bölümü cuma günü gösterilecek Onur Ünlü’nün
“Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok”, Ümit Ünal’ın “Sofra Sırları” ve
Semih Kaplanoğlu’nun “Buğday” filmleriyle gösterimlerini
tamamlayacak.