Korhan Atay: Hiçbir iktidar diğerinden daha demokrat değil
Gazeteci Korhan Atay'ın gazeteci Serpil Eryılmaz’ın yüksek lisans tezini yazarken ulaştığı resmi yazışmalarla ulaştığı belgelerle desteklediği kitabı 'Serteller', İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Atay, geçmişten bakarak bugünü değerlendirerek, "Osmanlı’dan bu yana hiçbir iktidar, diğerinden daha demokrat değil" dedi.
Emine Algan
DUVAR - 1800’lü yılların sonunda Selânik’te dünyaya gelen Sabiha ve Zekeriya Sertel, Türkiye basın tarihi ve toplumsal yaşamında çok önemli yer tutan iki isim. New York’ta eğitim görüp 1923’te Türkiye’ye döndüklerinde ikisinin de geleceği parlaktı. Ancak onlar altın tepside sunulan fırsatlardan yararlanmak yerine ideallerinin peşine düştü. Osmanlı’nın yıkılış ve Türkiye’nin kuruluş döneminde, İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında çok satan dergi ve gazeteler çıkardılar, pek çok kitap yazdılar. Baskıcı iktidarlar ve güç odaklarıyla mücadele ettiler. Ve tabii bedeli ağır oldu.
Gazeteci Korhan Atay’ın yazdığı, İletişim Yayınları’ndan çıkan Serteller kitabı, muhalif sesleri kısmak için 100 yıldan fazladır uygulanan gözaltı, soruşturma, dava, hapis, sürgün gibi yöntemleri gözler önüne sererken bugüne de ışık tutuyor. Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Abidin Dino gibi fikir ve sanat dünyasına yön vermiş nice ismin hikâyeleri ve tanıklıkların yanı sıra çarpıcı belgeler de var kitapta. Gazeteci Serpil Eryılmaz’ın yüksek lisans tezini yazarken ulaştığı resmi yazışmalar, Nazilerin Türkiye basınıyla ilişkilerini, pek çok ünlü gazete, gazeteci ve yazarı nasıl satın aldığını ortaya koyuyor.
Serteller biyografisinin yazarı Korhan Atay ve elindeki belgelerle kitaba katkıda bulunan Serpil Eryılmaz’la konuştuk. Ama önce kitaptan küçük bir alıntı:
“Gazi Mustafa Kemal, Ankara’ya çağırdığı Zekeriya’yı Basın Yayın Genel Müdürü olarak atadı. Okullu gazeteci Zekeriya bu işte sebat etseydi, milletvekilliği, hatta bakanlık vardı ufukta. Ancak o kendisinden sansürcülük beklendiğini anladığı anda terk etti Ankara’yı.
Sabiha, Tan gazetesindeki zehir zemberek eleştiri yazılarıyla Milli Şef İnönü’nün tek parti rejimine kök söktürüyordu. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya bir gün onu çağırdı. Makamına gelen Sabiha’ya, ‘Bu fikirleri bırak, senin Polis Müdürlüğü’ndeki dosyaların tavana ulaştı. Sen memleketin kıymetli bir yazarısın… Seni mebus yaparız. Fikirlerinden daha iyi faydalanırız’ dedi. Sabiha’nın yanıtı çok netti: ‘Bana inançlarımı mebuslukla değişmemi mi teklif ediyorsunuz? Teşekkür ederim. Allahaısmarladık.’…”
Sabiha Sertel ile Şükrü Kaya’nın Moda Deniz Kulübü’ndeki karşılaşmalarından başlamak istiyorum. Bir İçişleri Bakanı'yla, yazmasını yasakladığı bir gazetecinin aynı masada oturduğu o kısım, en azından nezaket barındırdığı için ilgi çekici. İnsan ister istemez bugünle kıyaslıyor. Muhalif olanların gördüğü muameleye bakınca devletin reflekslerinde değişen bir şey yok, insani ilişkilerde ise daha da geride gibiyiz. Biraz o sahneyi anlatıp bugünle kıyaslar mısınız?
Korhan Atay: Sabiha’ya getirilen yasağın hiçbir yasal dayanağı yok, herhangi bir mahkeme kararı yok, İçişleri Bakanlığı’ndan telefon ederek ya da yazı göndererek, “Sabiha Sertel yazmasın” diyorlar, o da yazmıyor. Böylece gazete devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı sürecinde defalarca olan bir şey. Çünkü çok sert yazılar yazılıyor, hükümetin politikalarını çeşitli kanallardan eleştirenler var; sol cenahtan, liberal cenahtan ve bunu engellemenin tek yolunu emretmek olarak koyuyorlar. Moda Deniz Kulübü’nde karşılaşmaları tesadüf mü değil mi bilmiyorum. Şükrü Kaya oturuyor, gayet güzel konuşuyorlar, modern bir şekilde. “Artık yazabilirsin” diyor, ama dış ilişkilere dokunmama koşuluyla! Bunu ben 12 Eylül dönemine benzetiyorum. Nokta dergisindeydim ve darbenin üzerinden fazla zaman geçmemişti, yıl 1985-86. Birisi telefon açar, yarbay, albay “şunu niye yaptınız, bunu niye yazdınız?” diye sorardı, ya da “şunu yapmayın” derlerdi. Bunu yaşadık ve bizim için olağan şeylerdi. Bugünle kıyaslamak gerekirse, -gerçi aktif gazetecilik yapmıyorum, kitap yazıyorum, gazeteciliğin bu kulvarına geçtim ama yaşıyoruz ve görüyoruz- çok daha korkunç ve şiddetli olduğunu görüyorum her şeyin. Yasal gerekçe yine yok, varmış gibi yapılıyor. Biraz daha yasalmış gibi görünerek yapılıyor ya da dışarıda kafasını gözünü patlatarak, daha yeni Levent Gültekin’e yapıldığı gibi, saldırarak, döverek, öldürmeye kalkarak yapıyorlar. Geçmişte öldürüyorlardı zaten, Hrant Dink, Uğur Mumcu ortada.
Tan Matbaası'nın basılmasıyla başlıyor kitap ve çok sürükleyici bir şekilde akıyor. Matbaanın dağıtılıp, parçalanıp, yok edilmesinden sonra insanın canını en çok acıtan şeylerden birini dile getirmişsiniz kitapta: “Tan Matbaası ve binası başta olmak üzere muhalif gazete ve yayınevlerine baskın yapan, taş üstünde taş bırakmayanlar için hiçbir şey yapılmadı. Kimse gözaltına alınmadı, suçlanmadı ve yargılanmadı.” O günden bugüne benzer durumları yaşıyoruz. Kitabı yazarken neler hissettiniz?
Korhan Atay: Pek çok kez yaşadım, sürekli bir dejavu halindesin ve bu ürpertiyor insanı. “Bunları ben de yaşadım, şu anda genç gazeteci arkadaşlarım da yaşıyor” diye düşünüyorsun ve bu hakikaten çok yıpratıcı bir ruh hali. “Hep böyle mi olmalıydı?” duygusunu çok yaşadım, hâlâ da yaşıyorum. Maalesef bu Osmanlı’nın son döneminde de böyleydi, Cumhuriyet döneminde de, tüm iktidarlar döneminde böyleydi. Hiçbir iktidarı diğerinden daha demokrat bulmuyorum ben.
Umutsuzluğa kapıldınız mı ya da kapılıyor musunuz?
Korhan Atay: Yok, kapılmıyorum. Tam tersine, çünkü Serteller’in öyküsünü yazıyordum. Bütün bunları yaşayıp da hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmayan, her halde, her şekilde direnmeye ve muhalefet etmeye devam eden gazeteci bir karı-kocanın yaşam öyküsüydü bu, en başta o zaten umutsuzluğa kapılmayı engelliyor.
Çok kıymetli belgeler de var kitapta. Özellikle Nazi döneminde Türkiye’deki basına doğrudan yapılan para yardımlarını gösteren belgeler. Onlara nasıl ulaştığınızı anlatır mısınız?
Korhan Atay: Mutlu bir rastlantı sonucu oldu. Belgelerin kaynağı Serpil Eryılmaz arkadaşımızın 1994’te Köln Bochum Üniversitesi’nde yaptığı lisansüstü çalışmasının sonuçlarıydı. O çalışmada Serpil, 1939-43 arasında Nazilerle Türk basını ilişkilerini gizli Alman belgeleri üzerinden araştırarak yapmıştı. Tabii artık gizli değildi bu belgeler. Onunla bu kitap üzerine sohbet ederken o çalışmadan bahsetti, tabii ben de balıklama atladım. Müthiş denk geldi. Malzeme şöyleydi: Franz Von Papen, Türkiye’nin iyi tanıdığı bir adam. 1. Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de kurmay subay olarak görev yapıyor, daha sonra Türkiye’den gidiyor. Atatürk ondan pek hoşlanmadığı için Atatürk yaşadığı sürece bir daha da Türkiye’ye gelemiyor. Ancak vefatından sonra büyükelçi olarak geliyor. Bu belgeler, Von Papen’in, yani büyükelçiliğin, Gobbels’in başında olduğu Alman Propaganda Bakanlığı ve yine Almanya’nın dış istihbaratı arasındaki gizli, resmi yazışmalar.
Sabiha Sertel’in kadınlarla ilgili yazıları da çok çarpıcı ve umut verici. Örneğin çalışan kadınlardan yol vergisi alınması için hazırlanan yasa tasarısına karşı bir kampanya yürütüyor.
Korhan Atay: Sabiha, sosyalist bir kişilik. Ama çok genç yaşlarından başlayarak, daha 21 yaşındayken ilk çıkardıkları Büyük Mecmua’da birinci kuşak feministlerle örtüşen, hatta onları aşan yazılar yazmaya başlıyor. Kadınların erkeklerle eşitliğini savunan birinci kuşak feministlerin ötesine geçiyor. Üniversitede kadın ve erkeklerin beraber okuması gerektiğini savunuyor. Ki o zaman daha Darülfünun var, üniversite denmiyor henüz. Tesettüre karşı çıkıyor ve bu çizgiyi hep koruyor. Kadınlardan yol vergisi alınması için kanun çıkarılma aşamasında da bunu çok eleştiren birkaç yazı yazıyor ve tasarı Meclis’te tutuluyor. Daha sonra da hiçbir iktidar döneminde çıkmıyor o yasa, hatırladığım kadarıyla.
Başka bir dönemde Mustafa Kemal’i hedef aldığı, Cumhurbaşkanına hakaret ettiği iddiasıyla yargılanırken Sabiha Sertel'in yaptığı bir savunma var: “Savcı bey diktatörlük yapan bir liderle cumhurreisi arasında ne ilgi buluyor ki, bu yazının ima yoluyla ona atfedildiğini iddia ediyor?” Bunu biraz anlatır mısınız?
Korhan Atay: O çok ilginç bir şeydir, ikili bir mahkeme o. Resimli Ay dergisini çıkarırlarken genç bir adam geliyor dergiye, öğretmen okulunu bitirip kendi köyünde öğretmenlik yapan bir genç. Tifo salgını yüzünden köyde herkesin perişan olduğunu, zaten açlık ve işsizliğin çok yaygın olduğunu anlatan bir mektup getirmiş. O mektup yayınlanıyor dergide. Aynı sayıda Sabiha’nın Amerikan Psikiyatri Dergisi’nden yaptığı bir çeviri var. Liderlik durumunun zaman içinde insanları nasıl diktatörleştirdiğini anlatan bir yazı. Bu yazı nedeniyle Sabiha’yı, “Sen Atatürk’e diktatör demek istedin” diye suçluyorlar. Mektup için de öğretmenin yalan söylediğini, halkı umutsuzluğa sevk ettiğini söyleyerek ikili bir dava açılıyor. Genç öğretmen ve yazı işleri müdürü tutuklu yargılanıyor, Sabiha tutuksuz. İşte o davadaki savunmasında bunları söylüyor Sabiha. Mahkemeye bilirkişi raporları geliyor, “ilgisi yoktur” diyorlar. O öğretmenin köyüne de uzmanlar gönderiliyor, hakikaten köy çok kötü durumda, tifo salgını var. Ve sonunda beraat ediyorlar.
Zekeriya Sertel'in hapse düştüğü sıralarda, Son Posta gazetesinin döneminde, şöyle bir bölüm var kitapta: “O zamanki kanunlara göre bir adamın hırsızlığı, ihtikârı delillerle ispat edilse dahi, hırsızın adını ve yaptığı hırsızlığın niteliğini gazetelerde yayımlamak yasaktı. İhtikâr (vurgunculuk) yapanlara karşı halkın menfaati savunulamazdı.” Bugünden bakınca çok manidar geliyor bütün bunlar, ne dersiniz?
Korhan Atay: Yanlış hatırlamıyorsam şeker tekeli döneminde. Şeker, devlet tekelinde ama iç üretim yetmeyince yurt dışından ithal ediliyor, satışı da özel sektörün kurduğu fabrikaya veriliyor ve çok ucuza aldığı şekeri çok daha pahalıya satıyorlar halka. Böyle bir aşırı kâr elde ediyorlar. Son Posta gazetesinde bunlar yazılınca dava açılıyor ve hapse giriyorlar.
'50 YILINI ANLATMIŞSIN, İÇİNDE BEN YOKUM'
Dünya da aynı durumda değil elbette. Kitapta geçen “İstiklal Mahkemeleri'nde mantık aranmazdı” cümlesini hatırlatıp yorumu okura bırakarak yeniden Sabiha Sertel'e dönmek isterim. Okuduğumda bana çok dokunan bir isyanı var, kızı Yıldız Sertel’in anlattığı. Zekeriya Sertel anılarını yazdığı kitabı bitirince Sabiha okuyor ve “50 yılını anlatmışsın, içinde ben yokum” diyor.
Korhan Atay: Maalesef. Bu tam da içinde yaşadığımız, 500 yıldır yaşamakta olduğumuz erkek egemen toplumun en demokrat, ilerici görünen ortamlarda, ilişkilerde bile nasıl tezahür ettiğini kanıtlıyor maalesef. Daha öncesinden alayım, mesela Sabiha’nın hiç çalışma masası olmuyor. Birlikte gazeteler, dergiler çıkarıyorlar ve tabii evde de çalışıyorlar. Akşamları herkes kendi yazısını yazıyor. Zekeriya’nın her zaman bir çalışma masası, kitaplığı var, bazen çalışma odası da oluyor. Çok daha iyi ekonomik koşullara geçtiklerinde Moda’da büyük bir ev sahibi oluyorlar, Zekeriya’nın büyük bir çalışma odası var, Sabiha’nın yine yok. Sabiha her zaman yazılarını mutfak masasında yazmak zorunda kalıyor. Ve bu hiç değişmiyor. İşte aynı bu durumdaki gibi Zekeriya’nın yazdığı 'Hatırladıklarım' kitabı yeni bittiği sırada, henüz basılmamışken Sabiha okuyor ve fırlatıp atıyor kitabı. “Ben hiç yokum bu kitapta” diyor. Tabii hiç yok değil ama bu tartışmadan sonra mı eklendi kitaba, onu ben bilmiyorum, soracak kimse de yok.
Bu kitapla birlikte tartışılan bir konuyu sormak isterim. Hayatları boyunca her türlü baskıya karşı mücadele vermiş ve ağır bedeller ödemiş iki insanın, 1915’e hiç değinmediğini yazmışsınız kitapta. Size göre neden, nasıl yorumluyorsunuz bunu?
Korhan Atay: Sabiha ve Zekeriya Sertel'in, yaşadıkları süre boyunca 1915 Ermeni Soykırımı veya Tehciri konusuna neden hiç girmediklerini bugünden bakarak anlamaya çalışmak zor. Olayların meydana geldiği tarihte Sabiha 20, Zekeriya 25 yaşında. Her ikisi de Selanik’te tanıştıkları İttihat ve Terakki Partisi'nin, Fransız Devrimi'nin esaslarını ve özgürlükleri savunuyormuş gibi durmasından etkilenmiş olmalı. Üstelik evlilik töreninde Dahiliye Nazırı Talat Paşa Sabiha'nın, Dr. Tevfik Rüştü Aras Zekeriya’nın nikah vekili. Çünkü Dönme Sabiha’yla, Müslüman Zekeriya arasındaki evliliği, Dönmelik’i sona erdireceğini düşündükleri için İttihatçılar alabildiğine destekliyordu.
Bütün bu gerekçeler büyük bir felaketi görmezden gelmeyi haklı çıkaramaz tabii. Ancak şöyle tuhaf bir durum da var: Bu kitapla ilgili araştırmalarım sırasında Türkiye Komünist Partisi’nin önemli Ermeni üyelerinden, Serteller’in de yakın dostu olan 1913 doğumlu Vartan İhmalyan ve 1918 doğumlu Dr. Hayk Açıkgöz’ün otobiyografilerini okudum: Vartan İhmalyan büyük felaket konusuna neredeyse hiç girmiyor. Dr. Hayk Açıkgöz de sürgün sırasında yolda bir yaylada doğmuş olmasına rağmen, 654 sayfalık kitabında yalnızca bir cümlede, bir buçuk milyon Ermeni’nin katledildiğini bir milyonunun da ülkeyi terk ederek canını kurtarabildiğini ifade ediyor, hepsi o...
'SABİHA SERTEL BİYOGRAFİSİ YAZACAKTIM AMA İÇİMDE KALMADI, KORHAN LAYIKIYLA YAPMIŞ'
Kitabı nasıl buldunuz?
Serpil Eryılmaz: Büyük bir titizlikle, özenle yazılmış. Yakın tarihe, özellikle de basın tarihine ışık tutuyor. En önemlisi de bir akademisyen titizliğiyle yazıldığı halde dili son derece akıcı, rahat okunan bir kitap.
Belgelerin kitapla buluşmasını anlatır mısınız, nasıl oldu?
Serpil Eryılmaz: Korhan’la ilk tanıştığımız gündü. Bir ortak arkadaşımız, bizi mutlaka tanıştırmak istiyordu, çok iyi anlaşacağımızı düşünüyordu. Arkadaşın evinde yemekteydik, tanışıldı, herkes neler yaptığını anlatıyordu. Korhan kitap yazdığını söyledi. Bu kadar tesadüf olur! Alman Dışişleri’nde bulduğum Sabiha Sertel dosyası var dedim, gizli belgeler. Çünkü ben Almanya’ya gittiğimde Türkiye’deki diplomam önlisans olarak kabul edildi, ben de doktora yapmak için başvurdum. Bitirme tezimi de Nazi döneminde Almanya’nın Türkiye’deki basın politikası olarak seçtim. Araştırma yaparken Alman Dışişleri arşivlerine girdim ve tesadüfen bir Sabiha Sertel dosyasına rastladım. Almanlar, Türkiye’deki bütün Yahudileri ve Dönmeleri izliyordu ve onlar hakkında raporlar gidiyordu Berlin’e. Bu dosyalardan birtakım kopyalar yaptım ve bir kenara sakladım. Belki bir gün Sabiha Sertel biyografisi yazabilirim diyordum. Şimdi Korhan bana, “duyduğumda yüreğim hopladı, uçtum” diyor. Böylece elimdeki belgelerden birer kopya yapıp verdim.
Sabiha Sertel biyografisi içinizde kaldı mı, “ben yapmak istiyordum” diye geçti mi aklınızdan?
Serpil Eryılmaz: Aslında geçmedi, sonuçta ben doktora yapsaydım daha geniş bir şekilde ele alabilirdim ama doktorayı bitiremedim. Çünkü birden çalışma hayatına atıldım ve halen çalıştığım, yakında emekli olacağım kurumda işe başladım, doktora da bir kenarda kaldı. Şimdi çok memnumum, iyi ki bu belgeleri vermişim, çünkü Korhan bunu lâyıkıyla yapmış.