“MGK bildirisi: Güney sınırında terör koridoruna müsaade edilmeyecek.”
İnsan, otuz-kırk sene boyunca, içerdikleri kainatta boşluklar yaratan aynı boş cümleleri işitmeye katlanabildiğini, çünkü kanıksadığını, artık etkilenmediğini sanıyor. Yanılıyor. Zaten o boş laflar da tamamen boş değil. İçerdikleri bir şey var; tek şey: Çıkışsızlık. Bu da aynı dertlerin devam edeceği anlamına geliyor, çünkü bile bile çıkışsızlık ilanı, çıkarını çıkışsızlıkta gören birilerinin bizi çıkışsızlığa sürükleyecek güç ve imkâna sahip olduğunu kafamıza kakıyor. Dünyayla diplomatik ilişkimizi sürdürmemizi sağlayan kılıfımız faça vermese de, sabit anlamlı boş lafların etrafta yarattığı boşluklar ruhumuza sirayet ediyor. Orada da çukurlar açılmaya başlıyor. Zamanla kılıf da yıpranıyor. Berelenmiş kılıflarımızın yağmurdan kardan zar zor koruyabildiği delik deşik ruhlarımızla kalakalıyoruz. Takatimiz de azalmamış mı aksi gibi!.. Hayır. bir şey değil, içlerine su dolsa boşaltamayacağız. Nitekim boşaltamıyoruz, gözlerimizden dışarı sızıyor sızabildiği kadar.
Öte yandan, bazen kandırmacayla, sistemli yalan dolanla, dalaverayla, demagojiyle, manipülasyonla, kara propagandayla, duygu ve kompleks istismarıyla, hükmetme ve zulmetmeye programlanıp vicdanla ilişkisini kesmiş insan aklının yapabileceği bütün organize “sözel” kötülüklerle, bazen zorla, üstünü çizmeyle, ayak altında ezmeyle, bildiğin kaba kuvvetle buruş buruş edilen, orası burası yırtıklı, delikli kılıflarımızın ardından, onlar yıprandıkça gerçeğin daha fazlasını görebilir hale geliyoruz. Gerçeğin daha fazlasını idrak edebilen, buna karşılık ruhu delik deşik insanlar neye ne kadar kâdir? Maneviyatımızdan damıtılacak heves artığı gelecek kurmaya yeter mi? Dünyadaki ezcümle korona virüsleri biraraya gelse çay kaşığını anca dolduruyor diye haber okudum. Bizim hevesimizin sağa sola saçıldığı için çöp kamyonlarınca toplanmamış artıkları ne kadar ediyordur, kaldırım kenarına süpürülüp toplansalar? Büyük kısmı, yanıbaşımızdakiler çamura bulayıp üstüne basıp paraladığı için teşhis de edilemeyip yol ortasında bırakılmışlardır öylece. Ömürleri dolmuş, fakat toprağa değil asfalta düştüklerinden başka hayatlara da karışamayacak lüzumsuz yaprak kalıntıları gibi.
Yaşanana baktıkça insanın umudu tükense de “iyi bir şey olsun” isteği tükenmiyor. Beri yanda, vatan-milletin cart diye yırtıp yırtıp ufaladıkları parçalarını İHA-SİHA kanatlarına takanların peşinden koşulmasa hepimizin daha iyi yaşayacağı ortada. O koridor pekâlâ dostluk, barış, iyilik, güzellik koridoru olabilirdi. İHA-SİHA’cıların da pekâlâ benimseyeceği şekilde, yatırım, ticaret, ilişki, bağlantı, yani bölgesel etkinlik koridoru olabilirdi. Fakat öyle nasılsın iyi misin’li etkinlik istemiyoruz biz. Diz çökülmeli ki medeniyetimiz tatmin bulsun. Başka tatmin yolu bilememiş bulamamış olmak mı yoksa başlıbaşına, fetih medeniyeti? Sanırım bundan ibaret değil. İmha zevki ve keyfinden mahrum medeniyet mi olur buralarda? Yine de, göğüslere sarı yıldızlar, kırmızı üçgenler astırtılmıyor, dijital tasnif, kayıt-kuyut devrinde.
Yıllar geçtikçe, iyi şeyler olsun’dan, iyi bir şey’e, oradan da bari iyi bir şey’e çekiliyoruz. Kaç kişidir bu ‘bari iyi bir şey olsun’ isteyenler? Diyelim mevzu “güney sınırı”ysa, oranın güvenliğini güvenlik ihtiyacını yok ederek sağlamanın da pekâlâ destekli dayanaklı, tutarlı, mantıklı, üstelik insanî bakımdan üstün politika, hattâ strateji, peki, buralara dalmayalım, en azından seçenek olduğunu düşünen veya buna inanan, bunu yüksek sesle dile getirmeye, söylediğinde arkasında durmaya cesareti bulunanlar kimlerdir, kaç kişidirler? Güney sınırında Türkiye nüfusunun beşte birinin akrabaları yaşıyor. Ve bölgenin büyük ve güçlü bir devletinin uzatacağı dost elini geri itemeyecek konumdaki azınlıklar. Her zaman her yerde herkes tarafından tehdit altında tutulan topluluklar.
Heyhat, gelin görün ki, başkalarına uzatabileceğimiz tek uzvumuz silah namlusu! Bunun hakkımızda bayağı bayağı fikir verdiğini ileri sürenler çıkabilir, dikkat! En yüksek mertebeden çıkılıp, “Medeniyetimiz fetih medeniyetidir!” ilanı yapılması, bize dair ne diyor? Elbette şu sefil soru işareti değil, önceki üç ünlemdir bize dair olan. Evet!
Bırakın ortalık yerde, milyonlarca sözde yurttaş -makamımız mevkimiz budur- için gayet önemli bir kimsenin siyaset selahiyetini haiz olmayan biri tarafından hizaya çekilirken “dürzü” diye aşağılanmasını, insan sokakta geçerken birinin öbürüne “kazığa oturtma” tehdidi savurduğunu işitse gece rahat uyuyamaz. Biz uyuyabiliyoruz. Her şart altında uyuyabildiğimiz vâkidir; konumuz bu değil. Korkulu rüya yok bizim için. Sebebi basit: Çünkü zaten kâbus içerisinde yaşıyoruz. İçinde yaşadığımız, evet, kâbustur.
Bu kötü adamlar dışında birilerini neden çıkaramıyoruz aramızdan, yüksek makamlara getiremiyoruz? Nasıl oluyor da geçmişi böylesine karanlık, hayır, karanlık da değil, açıkça kanlı adamlar böylesine itibar görüyor, böyle nüfuz sahibi ediliyor? Nasıl oluyor da, toplumun bazı kesimlerini ortadan kaldırmayı açıkça savunmuş, bunu yer yer denemiş, hâlâ da açıkça dile getiren birilerine devletin kritik makamları, geniş yetkileri teslim edilebiliyor?
Muhalifin çalışıp biriktirip aldığı ev, mesleğini yapmasına izin verilmediği için kiralayıp açtığı mekân, hattâ bankadaki parası, meşru ve “helal” geliri, fetih medeniyetinin elkoyabileceği düşman mülkünden sayılıyor. Hoşa gitmeyen, tedirginlik veren herkesin elinden, asgarî haklara sahip yurttaş kimliği alınıveriyor. İnsanları hapiste çürütme, bütün gayriciddîliği ve keyfîliği içerisinde, ciddî ciddî devlet politikası. Sanıldığının aksine şu yaşadığımızın bal gibi uzantısı, devamı olduğu yerli-millî gelenekte de çağırsan gelecek insanı sabaha karşı evini basıp terörize etme vardı, ama böylesine pervâsızca uygulanmıyordu.
Kâbustan, kâbusu yaratan malzemeyi yoğurup başka ortam üreterek çıkılır mı? Bir zamanların ünlü çok-satar yazarı Johannes Mario Simmel’in, Türkçeye Çalınmış Rüyalar diye çevrilen kitabı vardı; Almanca adını tam çevirsek, “Rüyaların Yapıldığı Malzeme” dememiz gereken. Yani popüler edebiyat, rüyaların -dolayısıyla kâbusların da- imal edildiği bir malzeme olduğunu doğruluyor. Rüyaları -dolayısıyla kâbusları da- imal edenlerin varlığıyla birlikte.
Bizim kâbusumuzu yalnız hayatımızı kâbusa çevirenler mi yaratıyor? Bunu düşünmenin vakti çoktan geldi, geçiyor. Çünkü nasıl kâbus hammaddesinden güzel rüya yaratılamazsa, kâbustan kurtuluşu da onu yaratanlar sağlayamaz. Peki kim sağlar?
Topal Osman’ın hayaleti mi? Bunu da isterseniz, Sevimli Hayalet’in Kaspar adlı kahraman Türk beyinin oğlu olduğunu, çünkü başka kimsenin hayaleti sevimli olamayacağına göre bunun mutlaka böyle olması gerektiğini, gerçi bizim sevimlilik yerine kodu mu oturtan hayaleti tercih edeceğimizi anlatan çizgi filmi izledikten sonra Talatpaşa İlköğretim Okulu’ndan Yavuzcan kardeşimiz cevaplasın.