Herkes bir şeylerden korkuyor. Kimi gök gürültüsünden, kimi karanlıktan, kimi de kapalı alanlarda kalmaktan... Tabii ki çok daha derin olan, genele yayılmış korkular da mevcut. Ölüm korkusu geliyor hemen akla veya yitirmekten duyulan korku. Yani korku ile olan ilişkimiz sadece bireysel deneyimler veya kısmi tutumlarla sınırlı değil. Bir yönüyle insanlığın bütününe yayılıyor. Hatta abartma “korkusu” olmasaydı, pekâlâ dilimden kurtulan “insan korkan hayvandır” sözlerinin peşinden de gidiyor olabilirdim. Ne mutlu ki abartmama hiç gerek yok! Şu noktada güçlü itirazlarla karşılaşmadan hemfikir kalabileceğimize inanıyorum: Korku insani bir duygudur.
İnsanı anlamak isteyenlerin üzerinde en çok durdukları duygunun korku olmasının altında da bu yaygın fikir birliği yatıyor olsa gerek. İnsanlık tarihinde korkunun açıklayıcı gücüne inanan birçok yaklaşım var. Ben bunlardan birine özellikle dikkat çekmek istiyorum. Bu yaklaşım, insanların ortak hayat kurma veya kolektif davranış geliştirme ihtiyacını, korku duygusuyla temellendirir. İnsanı, bir an için günümüz uygarlığının sağladığı konforun dışında, doğayla koyun koyuna yaşar şekilde hayal edelim. Aniden patlayan bulutlardan yayılan bir gök gürültüsünün ve hemen ardından düşen yıldırımın bu insanlarda yaratacağı dehşeti düşünmek kâfi derecede elverir sanıyorum.
Herkesin eşit bir biçimde maruz kaldığı bir tehdidin, insanları ortak davranmaya yöneltmesinde anlaşılmayacak bir yön yok. Tehlike herkese yöneldiğine göre beraber göğüslenmelidir. Bu beraberlik ihtiyacı ortak davranış için bir kaynak, tarihsel gelişme için ise devindirici bir güç olmuştur. Belki de bundan ötürü, “korku tüm insan uygarlığının temeli” olarak kabul edilmiştir. Fakat bir noktanın altını çizmek, bu görüşün geçerliliğini ve sınırlarını kavramak açısından son derece önemli. Ortaklık gereksinimi, herkesin aynı tehdide aynı şekilde maruz kalmasından doğuyor. Böylesi temel olarak insan ile doğa arasındaki ilişkide varlığını çok hissettirir. Mesela bir deprem olduğunda veya bir sel baskınında, önce muhtemel bir panik veya şaşkınlık aşaması yaşanır. Ancak ardından insanlar organize olmaya, doğanın acımasızlığına karşı ortak bir iradede birleşmeye kolaylıkla yönelirler.
Ne var ki, insan-insan ilişkisindeki gaddarlıklardan kaynaklanan korkularda, böylesi bir iradenin geliştirilmesine aynı kolaylıkla yöneldiğimizi söyleyemiyoruz. Burada insanları bir tür olarak etkisi altına alan doğadan kaynaklandığı için “doğal korku” da diyebileceğimiz bu etkiden farklı bir deneyim ortaya çıkar. Sosyal ve politik örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkardığı çatışmalar ve bu çatışmaların yarattığı tehlikeler, bir tür “sosyal korku” deneyimi yaratırlar. İnsan kaynaklı korkular, tehlikenin büyümesi ve şiddetin artmasıyla beraber, doğal korkuların aksine birleştirici bir etki yaratmazlar. İrade geliştirmek, bunu söze ve eyleme dökmek şöyle dursun, insanı çaresiz kılan, sekinciliği veya kafa sallayıcılığı geliştiren bir etki yaratırlar. Bu tür korkuların yarattığı atmosferde, her birey meşru müdafaanın çizdiği doğal sınırların arkasına çekilme eğiliminde olur. Öyle bir noktaya gelinebilir ki, bizi komşu hakkını gözetmeye, onunla dayanışmaya çağıran ahlaki buyruğun sesi artık kimse tarafından işitilmez olur.
Ahlakın bireysel mecburiyetler tarafından askıya alındığı böylesi anlardan birini Yahya Kemal bir anekdotunda son derece güzel bir şekilde betimler. İşgal altındaki İstanbul’da yaşananlar karşısında suskun kalan aydınlardan şikayetçi biri, onun karşısına çıkıp veryansın etmiş: “Gözünün önünde bu kadar insan astılar. Neye sustun?”. Tam da büyük ediplere yaraşır bir belagatla yanıtlamış Yahya Kemal: “Gözümün önünde astılar da, işte onun için sustum. Çünkü asıl o zaman insanın diz bağları gevşiyor; sesi kısılıyor, bir insanı kukla gibi sehpâda sarkar görünce insan, doğrusu isyân edemiyor. Zâten onların maksatları bir yâhut beş insan asmak değil, onları asmakla milyonlarca insanı susturmak değil mi? Hazret-i Âdem’den beri asılanlar karşısında bağırmak cür’etini insanlar kaç defa göstermiştir?”
Yahya Kemal’i bu görüşlerinden ötürü kınamalı mıyız? Doğrusu, açık sözlülüğünden ötürü birini suçlamak adil olmaz. Belki de yerine göre herkesin hissettiği, ama mahcubiyetten veya uygun sözcükleri bulamamaktan ötürü söze dökemediği kaygılara ifade gücü kazandıran bu büyük edibe şükran duymalıyız. Bu sayede, bir insanın başka birinden kaynaklanan zulümden duyduğu korkunun etkileri, galiz bir açıklıkla gözler önüne serilmiş oluyor. Söz konusu olan, her iklimde ve her devirde rastladığımız türden bir deneyim değil. Bir de bu türden, iklimi değiştiren, havayı zehirleyen bir korku türü de mümkün.
Korku iklimi, bu ikinci türde yaşantıların, duygu ve zihin hallerinin yekûnunca inşa edilen bir ülkedir. Doğal değildir, çünkü insanın insana zulmünün bir eseridir. Tıpkı bir fabrikanın suya bıraktığı atıklar veya egzozların havaya saldığı gazların yayılması gibi kendini gündelik hayatın gözeneklerine zerk eder bu korku. İklim üzerindeki hakimiyetini tamamladığında öyle bir noktaya varılır ki insanlar adeta korku içmeye ve korku teneffüs etmeye başlarlar. Korku ikliminin yaşattığı çaresizlik hissi, biraz da bu nedenden kaynaklanır. Evet, bu bir çaresizliktir; çünkü bu hukuksuzluklar karşısında “seslerin kısılması”, bunların onaylandığı anlamına gelmez. İnsan o an ne derse desin, tepkisizliğini nasıl gerekçelendirirse gerekçelendirsin. Bence asıl maksadı korkuyu geliştiren bu dişlek saldırganlıkla arasına bir güvenlik mesafesi koymaktır.
Ne var ki, çoğu insan bu mesafeyi koymakla bulmayı umduğu huzur ve rahatlama hissini elde edemez. Hatta alttan alta bir kabahat işlemiş olanlara özgü bir huzursuzluk, insanların rahatını bozmaktadır. Tehlikeyi uzak tutmak, kendi varlığını korumak yönündeki eğilim, insanı başka insanlar için duyduğu sorumluluğun gereğini yapmaktan kurtarmıştır. Ne çare ki bu huzursuzluğun üstesinden gelecek kadar da güçlü değildir.
Herkes bilir ki, mesele bir veya beş kişiyi asmak değildir. Bin beş yüz kişi veya yüz elli bin kişiyi ihraç etmek veya birkaç yüz barış akademisyeninden “medeni ölüler” yaratmak da değildir. Asıl mesele bu uygulamaların timsali olduğu şeyi anlamaktadır. Bu saldırıların her biri, düşünmek, konuşmak ve iradeni açık etmekle ilgili insanlık durumlarından birer ibret vesikası çıkarmayı hedeflemektedir. Bu açıdan asıl saldırı altında olan şey, insan olmanın anlamına dair olan şeylerdir. Kısacası insan onurudur. Söz konusu kabahat hissi, saldırı altında olan insanlık onurunu savunmaktan feragatin bir dışavurumudur. Her insanın pay aldığı bu değeri savunmamak, biraz da kendinden vazgeçmektir sonuçta. İşte korku ikliminin insanlarının yaşadığı huzursuzluk, asabiyet ve tahammülsüzlük hali, bu havanın yarattığı nefes darlığının bir eseridir. Biraz sancılı da olsa, bu hissi yaşıyor olmak önemlidir diye düşünüyorum. En azından bu huzursuzluktan vazgeçmemek, günü gelince “ses çıkarabilme” olanağından vazgeçmediğimizi gösterir. Korku ikliminde insan olmak, bu olanağı hep canlı tutmaktan geçiyor.