Korku özgürlüğü nasıl çalar?
İnsan, yaşadığımız çağda korkuyla dünyaya bakıyor, korkunun üzerinde hissettiği yoğun baskısıyla devamlı tehlikeye açık olduğu duygusuyla hareket ediyor ve toplumlar birer “risk toplumu”na dönüşüyor. Sevendsen, bunda korku kültürünün etkisini öne çıkarırken, bu toplumun dünyaya bakmanın bir yolu olarak korkuyu seçtiğini dile getiriyor. Bu toplumda birey “risk bilinci” ile hareket ediyor. Bunun anlamı, kişinin başına gelmiş olana değil, olabilecek her şeye dair korku hissine kapılması olarak tanımlanabilir.
Son yıllara dönüp baktığımızda hayatımızda en belirgin duygulardan birisinin korku olduğunu söyleyebiliriz. Devamlı hissettiğimiz güvenlik kaygısı, gelecek hayalinin korkulu tahayyülüne bu da derin bir umutsuzluğa sebep oluyor. Evet, korkmak için çok nedenimiz var, terör saldırıları, iklim değişikliği, dünyanın hiç bitmeyen savaşları ve daha pek çok sebep ancak tüm bunları yaşamın sürekliliği hâline getiren, her nefesimizi tüm bu olumsuzlukları hissederek almamızı sağlayan da pek çok faktör var. Devamlı olarak risk içerisinde hissetmemizi sağlayan, korkuyu daimî kılan, yaşamımızı bu anlamda kontrol eden, özgürlüğümüzü çalan, bize hiç umut bırakmayan nedenler üzerine de düşünmek gerekiyor sanırım.
Bu anlamda geçtiğimiz günlerde Murat Erşen çevirisi ile Redingot tarafından basılan, Lars Fr. H. Svendsen’in “Korkunun Felsefesi” adlı kitabı, korku duygusunu çok boyutlu bir şekilde değerlendirerek, bize konu hakkında farklı bakış açıları sunuyor. Svendsen, korkuyu neredeyse her anlamda inceliyor, bu duygunun kültürel yanını, cazip yanını, güvenlik ile ilişkisini ve günümüz anlamında çok önemli olduğunu düşündüğüm baskı aygıtı misyonunu edebiyat metinlerini, filmleri, dizileri, kişisel gelişim kitaplarını, medyayı işin içine sokarak, derinlikli bir anlatımla okuyucuya sunuyor.
DÜNYAYA KORKARAK BAKMAK
Korku duygusu maalesef yaşamımızı biçimlendiren bir etkiye sahip. İnsan, yaşadığımız çağda korkuyla dünyaya bakıyor, korkunun üzerinde hissettiği yoğun baskısıyla devamlı tehlikeye açık olduğu duygusuyla hareket ediyor ve toplumlar birer “risk toplumu”na dönüşüyor. Sevendsen, bunda korku kültürünün etkisini öne çıkarırken, bu toplumun dünyaya bakmanın bir yolu olarak korkuyu seçtiğini dile getiriyor. Bu toplumda birey “risk bilinci” ile hareket ediyor. Bunun anlamı, kişinin başına gelmiş olana değil, olabilecek her şeye dair korku hissine kapılması olarak tanımlanabilir. Bu bilinçle yaşamaya çalışan bireyler doğa olaylarının, terör saldırılarının kısacası başına gelebilecek olan her olumsuz olayın etkisini sürekli hissederek yaşamaya çalışıyor.
Dünya tehlikesiz bir yer değil ancak bu korku paranoyak, devamlı kaygılı bireyliklerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Böylece umutsuzluk artarken, bana kalırsa bu tutum, insanların direnme isteklerini engelleyen, onları edilgenleştiren, özgürlüğü kısıtlayan bir duruma da neden oluyor. Her şeyi risk olarak görmeye başlamak birçok başka durumu da tetikleyebilir, ki genel ahlâki tavır ile ilişkilenerek, kendisi gibi olmayanı farklılaştırmaya onu tehdit olarak algılatmaya bile sebep olabilir.
Çünkü tehlike hissi için bir suçluya ihtiyaç duyulur, suçlu tehlikeyi daha cazip kılar hele ki toplumsal önyargılar eklenirse. Kitapta şöyle bir örnek var; “Orta Avrupa’da suyun kalitesi ciddi ve süreğen bir sağlık riski oluşturacak raddede kötü olduğu hâlde bu tehlike ancak birinin aklına örneğin Yahudilerin su kaynaklarını zehirlemekle suçlanabileceği geldiğinde toplumsal bir meseleye dönüşür.”
Bu örnekten yola çıkarak söylememiz gerekirse devamlı risk altında hissetme ve dünyaya korkuyla bakma toplumsal ön yargılar ve ahlâki söylemle birleşince korkunun nesnesini kendisi gibi olmayana yöneltmesine sebep olur. Bu da yabancı düşmanlığını, çoğunluğun dışında kalanı bir tehlike olarak görmeyi getirir, sadece kendi coğrafyamıza baktığımızda bile konuya dair epey örnekle karşılaşabiliriz.
Korku duygusunun bu kadar etkin bir şekilde yaşamımızda var olmasının çeşitli nedenleri var. Kitapta sıklıkla vurgulandığı gibi kitlesel medya bu faktörlerin başında geliyor. Medya devamlı korku yayıp, bireyi tedirgin ediyor bir uyarı olmanın ötesinde ona devamlı dünyanın felaketlerle örülü bir yer olduğunu hatırlatıyor. Kitapta konu ile ilgili pek çok araştırmaya yer veriliyor ve medyanın korku dolu bir gelecek tahayyülünde belki de en önemli faktör olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü korku kitle medyası için önemli bir satış aracı bu nedenle bu duygu ne kadar vurgulanırsa o kadar kazanç getiriyor. Medya korkuyu öne çıkardıkça korku daha çok gerçeklik kazanıyor ve kitapta Svendsen’in de vurguladığı gibi TV izleyenler yaşadıkları yerin tehlikeli olduğu inancına daha çok kapılıyorlar.
Korku kültürünün yayılmasında yine Svendsen’in bahsettiği, çeşitli küresel felaketlerin eli kulağında olduğunu iddia eden kitaplar da önemli bir etken gibi görünüyor. Bu felaketlerin nasıl aşılacağına ve felakete uğrandığında ne yapılması gerektiğine dair kişisel gelişim kitapları da yazarın deyimiyle “kıyametin köşe başında beklediği” hissini bireye aşılıyor. Bu faktörlerle birlikte birey korku dolu bir yaşama hapsediliyor.
DEVAMLI GÜVENLİK KAYGISI
“Korkunun Felsefesi”nde Løgstrup güveni insan olmanın temel ayırt edici özelliği olarak, onsuz yaşayamayacağımız bir şey olarak görüyor. Bu itibarla güven, sahip olmaya karar verdiğimiz bir şey değil, kazanca ya da kayba ilişkin her kararda önce zaten verili bir şey olarak çıkıyor karşımıza. Güvenin yerini güvensizliğe bırakması için özel koşulların ortaya çıkması gerekiyor. Bu koşulların ortaya çıkması için pek çok sebep var ancak güvenlik önlemlerinin durmadan arttığı hâttâ insanların devamlı olarak güvenlik önlemi almaya teşvik edildiği bir dünya durumundan da söz etmemiz gerekiyor. Evlere alarm sistemleri, güvenlik kameraları, her kapıda güvenlik uzmanları…
Kitapta şöyle bir soruya yer veriliyor, “Güvensizlik mi emniyet tedbirlerine yol açıyor yoksa tam tersi mi?” Bu iki durum arasında karşılıklı ilişki söz konusu olsa da bana kalırsa emniyet tedbirlerinin bu denli yoğun olmasının kişinin kendisini tehlikeye açık hissetmesinde payı büyük. Güvenliğin bir endüstri hâline gelmesi, kapitalizm ve gözetim kültürünün etkisi de düşünüldüğünde bu denli yoğun güvenlik önleminin çok da masum olduğunu düşünemeyiz sanırım ki kitabın şu cümlesi bu söylediğimizi destekliyor: “Nüfusu üst düzey bir korku hâli içerisinde tutmak kayda değer ekonomik faaliyetler için elzem ve mümkünse bu korku seviyesinin sürekli yükselen bir eğri çizmesi tercih ediliyor.”
Böyle bir ortamda birey güven arzular duruma geliyor ve çevresini, yaşamı, etrafındaki insanları risk olarak görmeye başlıyor. En başta da belirttiğimiz gibi dünyaya korkulu gözlerle bakmaya başlıyor. Korku kültürünün bireyi sarmalaması güvensizlik hissini ayyuka çıkarırken, insanlar içinde bulundukları güvensizlik ikliminde her şeye olumsuz yandan bakıp güvensizliği ve korkuyu devam ettirme eğilimine giriyorlar.
KORKUNUN POLİTİK MİSYONU
Korkunun siyasi söylemde neredeyse bir baskı aygıtı durumuna geldiği bir dünyada yaşıyoruz. Kitap korkunun politika ile ilişkisini de oldukça ayrıntılı bir biçimde işlemiş bu nedenle de. Özellikle Niccolo Machiavelli ve Thomas Hobbes’un düşünceleri üzerinden işlenen konu toplumsal düzenin devamlılığı için siyasiler tarafından korkunun nasıl işlevsel bir konuma taşındığının altını çiziyor. Her iki filozofun da hemfikir olduğu nokta bir toplumda korkuyu kim kontrol ediyorsa tüm toplumu da kontrol etme yetisine sahip olduğu yönünde. Mesela Machiavelli’ye göre; “iyi örgütlenmiş devlet, baskı zorlama ve daimî bir şiddet tehlikesi üzerine inşa edilmelidir.”
Aslında dünyaya hâttâ özellikle son yıllarda kendi coğrafyamıza baktığımızda devletlerin devamlı olarak dünyanın özellikle terör tehdidi altında olduğuna dair politikalar ürettiklerine tanıklık ediyoruz. Evet, bugün baktığımızda dünyada bir terör tehlikesi olduğundan söz edilebilir ancak biraz örtünün altına bakıldığında devletlerin ve sistemin bu terörden beslendiği de göz ardı edilemez. Yani Hobbes’un ve Machiavelli’nin ortaklaştığı nokta korkuyu kontrol edenin toplumu da kontrol edeceği noktası tam da son dönemin dünyası için geçerli bir durum bana kalırsa.
Korku dünyanın, sistemin ve devletlerin devamlılığı için işlevsel kılındığında ise artık özgürlükten söz edemeyiz maalesef. Günümüzde korku baştan beri bahsettiğimiz pek çok faktör ile birleşerek bugün dünyaya hâkim bir duygu hâli olarak karşımıza çıkıyor. İnsan korkar ancak korkularımızın çoğunun altında yatan nedenin bireysel olmaktan çok toplumsal, kültürel, felsefi ve siyasi anlamları olduğunu unutmamamız gerekiyor.
KORKUNUN FELSEFESİNE DAİR
“Korkunun Felsefesi” korkuya dair çok boyutlu bir araştırma. Bizi korku üzerine kafa yormaya çağırırken korkunun dünyaya devamlı hâkim kılınmaya çalışıldığını, özgürlüğümüzü gasp ettiğini, yaşamımızı çaldığını fark ettiriyor. Svendsen, korku yüzünden sürekli bir olağan hal durumunda yaşadığımızın altını çizerken, bu duygunun önemli bir iktidar faktörü olduğunu görmemizi sağlıyor. Yazar korkuyu etkisiz kılmanın mümkün olduğunu da ekliyor ve yerine umudu koymayı deneyebileceğimizi söylüyor. Tüm bunların yanında korkunun cazip gelen, estetik açıdan değerlendirilebilecek yanları olduğunu edebiyat metinleri ve filmler üzerinden hatırlatıyor. Ayrıca ütopik, korkunun olmadığı bir dünya hayalinin çok sıkıcı olabileceğine dikkat çekiyor. Kısacası kitap korkunun egemen olduğu çağımızda, bu duygu üzerine sıkı bir tartışma sunuyor.