Korkut Boratav: Sosyalist solun ağırlığını hayata geçirmesi âcil bir zorunluluk
Başta Latin Amerika olmak üzere dünyada ve Türkiye'de yaşanan gelişmeleri değerlendiren Prof. Korkut Boratav: "Burjuvazi ve liberaller tarihsel olarak onlara düşen; hatta belli dönemeçlerde benimsedikleri, üstlendikleri aydınlanma değerlerini (örneğin laikliği); bölüşümcü sınıf uzlaşmalarını temsil eden sosyal devlet uygulamalarını; ekonomik bağımsızlık özlemini reddetmişlerdir. İslamcı faşizmle çıkar ortaklığına teslim olmuş; neoliberal politikalara geçişi bizzat sürüklemişlerdir. Bu deformasyonlara karşı mücadele de sosyalistlere düşmektedir."
ANTALYA - Yeni bir yılın başlangıcında dünyada ve Türkiye'de yaşanan gelişmeleri değerlendiren Prof. Dr. Korkut Boratav reel sosyalizmin çöküşünün ardından geleneksel Marksist örgütleri 'dağıtan' bir şok yaşandığı ve bunun etkilerinin hâlâ giderilemediğini belirtiyor. "Laiklik sorununa AKP ile mücadelede öncelik vermeden ve HDP’yi dışlayarak Türkiye’de İslâmî faşizm yenilgiye uğratılamaz" diyen ünlü iktisatçıya göre, "Parlamenter demokrasi içindeki ağırlığı zayıf olan sosyalist solun Türkiye kamuoyunu yönlendirecek ağırlığı var ve bu ağırlığını hayata geçirmesi âcil bir zorunluluk"... Korkut Boratav'la yeni yılın bu ilk günlerinde dünyanın ve Türkiye'nin halini konuştuk...
2019 yılı, çoğunlukla sınıfsal (Lübnan, Şili, Haiti), bazen de siyasal (Endonezya, Katalonya, Irak) taleplerin öne çıktığı bir dizi ayaklanmaya sahne oldu. Devamı da gelecek gibi... Ancak, Lübnan, Irak ve Hong Kong’daki eylemlere dair bazı uyarılar yaptınız. Bolivya’da başlayan eylemlerden sonra yaşanan askeri darbe, bu uyarılarınızın önemli olduğunu gösterdi. Lübnan, Irak ve Hong Kong’daki eylemleri Şili’den farklı kılan ne? Buralardaki eylemler de sınıfsal tepkiler değil mi?
Büyük kitle eylemlerinin gerçekleştiği her yerde işçi sınıfının, emekçi küçük burjuvazinin katılımı vardır. Sokağa dökülme, kalabalıklara katılma olgusunu sürükleyen sınıfsal tepkiler de elbette vardır; ama eylemlerin sınıfsal niteliği, bence taleplerine göre değerlendirilmelidir. Bu nedenle, Hong Kong’ta sömürge yönetimine son veren tek devlet/iki sistem düzenlemesine karşı, İngiliz/ABD bayraklarıyla ve “demokrasi” talebiyle meydanları dolduran kalabalıkları sınıfsal bir kalkışma olarak göremem. Lübnan ve Irak’taki kalkışmaların ayrıntılı çözümlemesini (Ali Kadri’nin kendi ülkesi olan bir Lübnan yazısı dışında) izlemedim. Ancak, ABD ve İsrail’in etki ve manipülasyonundan bağımsız olabileceğini düşünmüyorum. Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta İran etkilerine karşı slogan ve eylemler bazı işaretler içeriyor. İşçi ve emekçi kalabalıkların faşizmi bazen aktif olarak desteklediği örneklerin sayısı geçmişte ve bugün az değildir.
Şili’de ise sermayenin tahakkümüne (neoliberalizme) ve onu açıkça temsil eden iktidara karşı açık bir tepki söz konusudur. Ayaklananların hem neoliberal uygulamalara, hem de Pinochet döneminin anayasasına karşı çıkması bu özelliği ortaya koymuştur.
Şili’deki eylemler, çok geniş bir katılımla ve şiddetli bir mücadele ile sürüyor. Bu yönüyle Tükiye’deki Gezi Direnişi’ne de benziyor. Ancak neoliberal dönemdeki eylemlerde halkın kendiliğinden tepkileriyle meydanlar doluyor, sert çatışmalar yaşanıyor, bir süre sonra da -kazanımla veya kazanımsız- geri çekilme yaşanıyor. Devrimciler ve devrimci örgütler, bu gelişmelere neden önderlik yapamıyorlar? Bunu, neoliberal dönem kitle eylemlerinin özelliği olarak mı değerlendirmek gerekir?
Şili'de, Başkan Pinera, Pinochet döneminin uzantısı olan anayasayı referanduma götüreceğini bir kararname ile ilan etti. Bu, ayaklananların en stratejik talebinin kabul edildiğini ortaya koydu. Şimdi, referandumda anayasayı hazırlayacak olan Meclis’in seçim yöntemi tartışılacaktır. Her iki konuda da, Şili’deki sosyalist, komünist, devrimci örgütlerin katkısı oldu; olmaktadır. Ancak, bu örgütlerin Pinochet sonrasında sermayenin tahakkümünün kalıcı olmasını engelleyemediği de ortadadır. Demek ki, yetersiz kaldılar veya ortak bir direnme programını yöntem ve içerik olarak oluşturamadılar. Esasen sağcı Pinera’nın başkanlık seçimini kazanması, sol partilerin ortak bir adayda anlaşamaması sonunda gerçekleşmişti.
Reel sosyalizmin çöküşünü izleyen dönem geleneksel Marksist örgütleri dağıtan bir şok yarattı; bu etkiler hâlâ giderilemedi. Yeni, radikal muhalefet akımları, boşluğu dolduramadı; geçmişin devrimci mirasını devralamadı. Kendi coğrafyalarında (özellikle Latin Amerika’da) geçmiş birikimleri sahiplenen ve siyasete taşıyan örnekler de emperyalizmin ve sermayenin yıkıcı saldırılarıyla baş etmek zorunda kaldı.
Bolivya’da başlayan ABD destekli gösterilerin ardından ordu, Morales’i istifaya davet etti. Morales de yoğun toplumsal desteğe rağmen direnmek yerine istifa etmeyi tercih etti. Uzun dönemdir iktidarda olmasına rağmen -başta ordu ve kilise olmak üzere- mevcut devlet aygıtını dönüştürmediği ve istifa ettiği için de eleştirilen Morales Bolivya’sındaki gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?
Başkan Yardımcısı Alvero Linera, olayların gelişimini faşist milislerin önceden planlanmış saldırıları → yöneticilere (Morales dahil) dönük şiddet eylemleri (konutlarının yakılması dahil) → faşist güruhlara karşı polisin önce müdahaleyi reddetmesi, sonra açıkça isyanı → halk sınıflarının iktidarı korumak için örgütlenmeye başlaması → askeri darbe aşamaları içinde sıralıyor.
Halk sınıfları, devlet kurumlarına, liderlerine, MAS örgütlerine dönük faşist saldırıları önlemek için toparlandıkları aşamada askerî darbe gerçekleşti. Faşist saldırı halk direnmesi karşısında yenik düşecekti. Darbe, bu yenilgiyi önledi.
Sonrasında Morales ve Linera, ülkeyi terk etti. Kalıp (Allende gibi) ölümü tercih edebilirler miydi? Veya silahlı bir direnmenin liderliğini üstlenebilirler miydi? Bu soruları bizlerin tartışması en azından yakışıksızdır. Bolivyalılara düşer…
Bazı bölgelere dair ihtiyatlı yaklaşılması gerekse de yaşananların tümü için “emperyalizmin krizi” şeklinde nitelendirme yapmak mümkün mü? Bu süreç, sömürgecilik ilişkisinde bir değişime işaret ediyor mu? Ya da şöyle sorayım, önümüzdeki dönemin mücadelesinin kısıt ve olanakları açısından neler söyleyebilirsiniz?
Emperyalizm, en saldırgan dönem ve örneklerinde dahi, yıktığı, parçaladığı coğrafyalara pozitif tasarımlar taşımaktaydı veya en azından söylem düzleminde bu iddiayı sürdürmekteydi. Güncel biçimde bu tür tasarımlar, iddialar yok olmuş; emperyalizm sadece yıkım, kan ve gözyaşı getiren bir sisteme dönüşmüştür. “Rıza” etkeni tümüyle ortadan kalkan; salt güce dayanan sistemlerin meşruiyeti sıfırlanır. Hayatiyetleri yok olur. Ya toptan devrimci bir dönüşüm sonunda aşılacak; ya da çürüyerek, etrafını da yangın yerine çevirerek yok olacaktır.
31 Mart seçim sonuçlarının, İslamcı faşizme gidişi frenlendiği için önemli olduğunu yazmıştınız. 23 Haziran seçimlerinden sonra da iktidarın dağılmakta olduğunu belirtmiştiniz. Bunun da muhalefet blokunun güç bir ön-koşulu (iktidarına karşı muhalefete öncelik vererek anlaşmazlıkları deşmeme) sağlayarak hareket etmesi sayesinde olduğunu söylemiştiniz. Ancak bu “olgunluk”, Suriye’ye yapılacak operasyonda gösteril(e)medi ve Erdoğan, HDP’yi dışarıda bırakacak şekilde muhalefet blokunu dağıtmayı başardı. Suriye’ye askeri operasyon yapılmasını AKP için bu kadar önemli kılan şey, sadece iç siyasetteki tıkanma ve gerileme mi? CHP, neden AKP’nin çizdiği sınırların dışına çık(a)mıyor?
Suriye operasyonu, muhalefet blokunu parçalamayı hedefledi; başarılı olduğu ölçüde iktidarın dağılma sürecini erteletti. Bu açıdan, bence, büyük ölçüde iç siyaset öncelikliydi.
Aslında tüm muhalefet ve CHP yönetimi, Suriye sorununun çözümü hususunda birleşmiştir: İktidar, Esad’la anlaşmalı ve PYD sorununun (gerçekten var olduğu ölçüde) Türkiye’nin sınır güvenliğinin meşru Suriye hükümeti tarafından çözümünü talep etmelidir. Bu sağlıklı çizgi birçok iç ve dış sorunun çözümü için de önem taşır. Bu tespite rağmen CHP (“Mehmetçiği korumak uğruna” gibi tuhaf bir tavırla) TBMM’de Mehmetçiğin Suriye’ye girmesi lehine oy verdi.
Bu tutarsızlık, AKP’nin olası saldırılarına karşı peşinen oluşturduğu kronik hastalıktan kaynaklanıyor: İslâmî değerlere karşı çıkan veya bölücülüğe destek veren bir parti olarak suçlanmaya karşı savunmacı konumların önceliği… Bu siyasî çizgi CHP’yi AKP’nin gündemi içinde tutsak tutuyor ve aslında seçmeninin, parti tabanının, hatta örgütlerinin ana eğilimleri ile de uyumsuzdur.
Büyük sermaye ve dış güç odaklarının, ılımlı İslam ve liberaller arasındaki büyük bir koalisyon tasarımı yaptığından; tasarımın da, İstanbul seçimini kazanan muhalefet blokuna, “ılımlı bir siyasi İslam” aşılama, ekleme girişimi olduğundan söz etmiştiniz. CHP yönetiminin -tabandaki sol duyarlılığa rağmen- bu tasarımla bir sorunu varmış gibi görünmüyor. HDP yönetiminin de böyle bir tasarımla sorunu olacağını iddia etmek, hele de bu kadar ağır bir saldırı altındayken- çok gerçekçi değil gibi. CHP yönetiminin iyice sağcılaştığı, HDP’nin kriminalize edildiği, toplumsal muhalefetin güçsüzleştiği bir tabloda, “İslami faşizm” tehlikesine karşı nasıl mücadele edilebilir? Parlamenter siyaseti aşan mücadelenin dinamikleri ve araçları neler olabilir?
Laiklik sorununa AKP ile mücadelede öncelik vermeden ve HDP’yi dışlayarak Türkiye’de İslâmî faşizm yenilgiye uğratılamaz. CHP’nin yukarıda özetlediğim kronik hastalığı, AKP’nin seçim sandıklarındaki kaçınılmaz yenilgisini ertelemektedir. CHP içinde çözüm arayan solcular, bu öncelikleri savundukça parti yönetimi tarafından etkisiz kılınmaktadır. Parlamenter demokrasi içindeki ağırlığı zayıf olan sosyalist sol, Türkiye’nin siyasetini etkileyen düşün alanında çok etkilidir. Sadece sözünü ettiğim iki konuda değil, demokratikleşme ve neoliberalizme karşı mücadele konularında da Türkiye kamuoyunu yönlendirecek ağırlığı vardır. Bu ağırlığını hayata geçirmesi âcil bir zorunluluktur.
Yakın zamandaki değerlendirmelerinizin birinde, Türkiye’deki sosyalistlerin “gerici değerleri temsil eden siyasi İslama karşı mücadele” bağlamında bir demokratik devrim göreviyle karşı karşıya olduğunu belirtmiştiniz. Geçmişte üretici güçlerin gelişimi ve yeni-sömürgecilik ilişkileri çerçevesinde tartışılan bu konuyu bugün güncel kılan nedir? Ve bu “demokratik devrim görevi”nin programı ve ittifakları hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Sosyalistlerin temel işlevi, hiç şüphesiz, halk sınıflarında sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi, tümüyle demokrat bir toplum tasarımının canlandırılması, yaşatılması; yani sosyalizm ve nihaî (isterseniz ütopya) olarak komünizm hedefinin canlı tutulmasıdır. Ne var ki bu görev, güncel koşullarda yeterli değildir. Burjuvazi ve liberaller tarihsel olarak onlara düşen; hatta belli dönemeçlerde benimsedikleri, üstlendikleri aydınlanma değerlerini (örneğin laikliği); bölüşümcü sınıf uzlaşmalarını temsil eden sosyal devlet uygulamalarını; ekonomik bağımsızlık özlemini reddetmişlerdir. İslamcı faşizmle çıkar ortaklığına teslim olmuş; neoliberal politikalara geçişi bizzat sürüklemişlerdir. Bu deformasyonlara karşı mücadele de sosyalistlere düşmektedir. Eğitimin İslamcılaşmasına karşı ve (örneğin kıdem tazminatını lağveden) neoliberal saldırılara karşı adım adım mücadele gerekir. Bu mücadele, esasen, halk sınıflarının sosyalist bir programa yönelmesini köstekleyen zincirlerin de gevşetilmesinin, giderek kırılmasının ön-koşuludur. Sosyalist, devrimci partiler, örgütler esasen bu tespiti yapmışlardır.
Bu ön-koşulların gerçekleşmesine isterseniz demokratik devrim deyin; isterseniz geri kalmış bir kapitalizmde sosyalist mücadelenin ayrılmaz parçaları deyin, bir üslup farklılaşmasının ötesinde önem taşımaz. Devrim stratejisi seçenekleri diye abartmak yararlı değildir. Nitekim böyle de olmaktadır: Aydınlanma mücadelesinde sosyalistler en azından son yıllarda niçin öne çıkmıştır? Neoliberalizmin Türkiye’yi emperyalizme bağımlı kılan öğelerine karşı mücadelede merkez sol partiler susarken Marksist-sosyalist insanlar, hareketler ön plandadır.