Korona günlerinde Karl Marx
Covid-19, şimdiye kadar yerleşik olan hukuki, siyasal, dinsel, sanatsal ve felsefi düşünüş biçimlerini bir yana koyarak maddi bir temele dönmeyi dayatıyor. Maddi yaşamın üretimi, kendisini, diğer tüm ihtiyaçlara önceliyor. İnsanlar belki bu kez güçlü bir biçimde, varlıklarını belirleyenin bilinçleri değil; toplumu yeniden üretecek üretim süreci olduğunu düşünmekle baş başa kalıyor.
Özcan Evrensel*
Marx’ın, insanlığın olup biteni yorumlama ve değiştirme çabasına sunmuş olduğu katkının esasta iki yönlü olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan biri tarihsel materyalizm ya da tarihi maddecilik iken diğeri artık değer yasasıdır. Tarihi, maddeci bir temelde okumaya çalışan Marx; insanlık tarihinin siyaset, bilim, sanat, din vb. edimler üzerinden değil esas olarak yeme, içme, barınma, giyinme, sağlık, vb. temelinde geliştiğini vurgulamıştır. Buradan vardığı sonuçlar ile içinde yaşadığı burjuva toplumun anatomisini incelemek üzere ekonomi politik incelemelerine başlamıştır. Amacı kapitalist üretim tarzının hareket yasasını bulmaktır. Vardığı sonuç ise kapitalist üretim tarzının mutlak yasasının artık değer yasası olduğudur.
Yaklaşık 150 yıllık süreç içerisinde çeşitli krizlerin yaşanmasıyla doğru orantılı olarak Marx’ın bu teorik ve pratik katkısı hatırlanıp ne kadar haklı olduğu dillendirilmiştir. Ancak burjuva toplum belirli bir kesinlik ve kararlık kazandığından, krizler aşılır aşılmaz, ekonomik indirgemecilik suçlamaları yeniden devreye gitmekte gecikmemiştir.
Bugün, bir kez daha, küresel bir salgına dönüşmüş olan Covid-19 nedeniyle insanlık çok daha büyük bir kriz ile yüz yüze gelmiştir. Dünya genelinde virüs nedeniyle ölümlerin 1 milyonu aştığı bu günlerde, kurulan bütün siyasi, ekonomik ve toplumsal kurumlar, adeta çaresiz kalmıştır. Öylesine ki büyük insanlığın yüzyıllardır biriktirdiği bilgi ve deneyim; evde kalmaya, ekmek yapmaya, ellerini 20 saniye sabunla yıkama kadar indirgenmiştir. İnsanlık, “tarihinin ilk öncülü”ne kadar çekilerek; bedenleri, ihtiyaçları ve emekleri temelinde hayatta kalmanın yollarını arar olmuştur.
Zaten Marx, Engels ile birlikte; insanların “tarih yapabilmek” için yaşamlarını sürdürebilecek durumda olmaları gerektiğine vurgu yapıp “yaşamak için her şeyden önce yiyecek, içecek, barınak, giysi ve daha başka şeyler gerekir. O halde, ilk tarihsel eylem, bu ihtiyaçları, karşılayacak araçların üretimidir; maddi yaşamın kendisinin üretimidir. Ve bu, binlerce yıl önce olduğu gibi bugün de insanların hayatlarını sürdürebilmeleri için gün be gün, saat saat yerine getirilmesi gereken tarihsel bir eylem, tüm bir tarihin temel koşuludur” demiştir (1).
Ve bugün sanki herkes Marx’ın çağrısına kulak vermişçesine, dünyanın dört bir yanından; evde kalmanın zorunlu koşullarının sağlanması, zorunlu ihtiyaç maddeleri, sağlık ve temizlik ürünlerinin üretimine öncelik verilmesi yönünde talepte bulunmaktadır. Hatta virüsün yarattığı travmanın “insanoğlunun en temel içgüdü olan hayatta kalma içgüdüsünü ortaya çıkardığı” ve şimdiye kadar ikinci doğada yaşamaya alışmış insanın unuttuğu en temel içgüdünün su yüzüne çıktığı çokça yazılıp çizilmektedir (2). Bu tahlillere iştirak eden insanlar da içgüdülerini serbest bırakıp gönüllü olarak kendilerini evlere kapatmakta; bütün sosyal, kültürel, sanatsal, hukuksal, hatta dinsel ve milli ilişkilerini bir yana bırakmaktadır.
Büyük bir panikle tuvalet kâğıdı stoklayan, marketlere akın ederek makarna, kuru bakliyat raflarını boşaltan ve eczaneler önünde uzun kuyruklar oluşturan maskeli-eldivenli insanlar; sanki tarihin sonu gelmiş de onu yeniden başlatmak istercesine kendilerini doğal sınırlarına hapsetmek için neredeyse yarışıyorlar. Hatta, tarih yapacak ise önce insan olarak kalmayı başarması gerektiğinin ayırtına varan yurttaş, inşa ettikleri toplumsallığın temellerine inmenin yollarını zorluyor. Çünkü gelinen noktada "hukuk bilmek, evde ekmek mayalamaya bile kâfi gelmiyor." (3)
Dolayısıyla Covid-19, şimdiye kadar yerleşik olan hukuki, siyasal, dinsel, sanatsal ve felsefi düşünüş biçimlerini bir yana koyarak maddi bir temele dönmeyi dayatıyor. Maddi yaşamın üretimi, kendisini, diğer tüm ihtiyaçlara önceliyor. İnsanlar belki bu kez güçlü bir biçimde, varlıklarını belirleyenin bilinçleri değil; toplumu yeniden üretecek üretim süreci olduğunu düşünmekle baş başa kalıyor (4). Bir farkla ki; insanlık kendi ihtiyaçlarını kendileri üretemeyecek haldedir. Birilerinin dışarı çıkması ve başkalarının evine girecek geçim araçlarını üretmesi gerekiyor. Bu öyle bir zorunluluktur ki, sendikalar bile “bu ağır salgın sürecinde acil, gerekli ve zorunlu olan sağlık, temizlik, ilaç ve gıda gibi mal ve hizmet üretimi”nin devam etmesini talep ederek, diğer alanlardaki üretimin durdurulmasını öneriyor (5). Böylece, insanlığın büyük bir bölümü evde kalıp kendilerini mikroptan sakınırken sağlık, tarım, gıda, enerji, nakliye gibi alanlarda üretim devam ediyor.
Evde kalıp kalmamak ya da kimin kalıp kimin dışarı çıkacağı ise bir tercihten çok tamamen üretim, dolaşım, tüketim ve bölüşümün yeter ve gerek düzeyde olması ve nasıl örgütlendiği ile ilgilidir. Ki bu da ekonominin içinde bulunduğu koşullara ve üretim tarzına işaret ediyor. Zaten en son yapılan bir ankette “Türkiye’nin çözülmesi gereken acil sorunları nelerdir” sorusuna verilen yanıtlarda; ‘korona virüsü salgını’ yüzde 46’yla birinci sırada yer alsa da ‘ekonomik kriz sorunu’ yüzde 31, ‘işsizlik sorunu’ yüzde 15 ve ‘hayat pahalılığı sorunu” da yüzde 6 oranıyla toplamda yüzde 52’ye tekabül etmektedir (6). Haliyle üretimin ve ekonomik koşulların temel belirleyen olduğunu söylemek mümkün görünüyor. Tam da böyle olduğu için “nasıl geçineceğiz” ya da “biz işçiler neden evde kalamıyoruz” çığlıkları yükseliyor.
Bu çığlıkları duymamak ise elde değildir. Dünyanın karşı karşıya kalacağı ekonomik krize ve kâr oranlarının düşmesine bağlı olarak sermaye üretimden çekildiğinde, belki de bütün dünyada en az 25 milyon insan işsiz kalacaktır. Dolayısıyla da zorunlu geçim araçlarını edinemeyeceklerdir. Çünkü, kapitalist üretim tarzı genelleşmiş meta üretimi olduğundan ve dokunduğu her şeyi meta formuna soktuğundan; insanlar bütün ihtiyaçlarını belirli bir para karşılığından satın almak zorundadırlar. Bu zorunlulukla hareket eden insanlık, eğer ücretli izin ya da benzeri gelir destekleri almaz ise yaşamını sürdüremeyecek yani tarih yapma imkânını belki de kaybedecektir.
Bu müdahale şimdiye kadar devletten talep edilegeldiyse de kapitalist üretim tarzının yaratmış olduğu meta üretimi ve dolaşımı evreninde, bütün hareketler metanın içerdiği artık değer tarafından belirlenmektedir. Emekçilerin sık sık dillendirdikleri “üreten kimse yöneten de odur” deyişi şimdilerde tam da sermayenin gerçekliğini ifade etmektedir. Üretim ve dolaşım alanını elinde bulunduran sermaye her şeyi yönetir pozisyondadır. Nitekim, İrlanda’da hükümet parkları, kamusal alanları insan erişimine kapatıp sokağa çıkma çağrısı yaptığı halde; 1,5 milyon İrlandalı çalışanın her gün iş yerlerine gitmek zorunda kalıyor olmasını başka türlü nasıl açıklayabiliriz ki? (7)
Artık değer yasası temelinde meseleye bakıldığında, kapitalist üretim tarzının sermaye birikimini gerçekleştirebilmesinin koşulu; ancak, kendi değerinden daha büyük bir değer yani artık değer yaratan bir metanın piyasada bulunmasıdır. Bu da işçiden ya da emekçiden ya da emek gücü metasının sahibinden başkası değildir. Bu meta öyle bir metadır ki, yalnızca kendisini satabildiğinde yani bir ücret ilişkisine girebildiğinde hayatta kalabilmektedir. Öyle bir zorunluluktan bahsediyoruz ki, işçilerin neden “çalışmadan kaçınma haklarını” kullanıp evde kalmadıkları ve “ekmeklerini yapıp” tuvalet kâğıdı derdine düşmedikleri sorusu anlamsızlaşıyor. Çünkü “işçiler ölümü düşünmeden çalışmayı sürdürüyor.”
Ne dersek diyelim, insanlar arasındaki tüm ilişkilerin askıya alınıp, herkesin sadece geçim araçlarını edinmeye koşullandığı bu günlerde bile, kendisini zorunluluk olarak dayatan bir ilişki söz konusudur. Bu da sermaye-emek ilişkisidir. Öyle bir ilişki ki sermaye emek gücünü yeniden üretirken emek gücü de sermayeyi tekrar tekrar üretmektedir. Bu karşılıklı üretme zorunluluğu nedeniyle tüm hukuksal, dinsel, sanatsal, sosyal, düşünsel ve siyasal ilişkiler gibi bir çırpıda askıya alınamıyor. Zira, bu ilişkinin kesintiye uğraması ve emek ile sermayenin buluşamaması; bir yandan sermayenin artık değer üretemeyip değersizleşmesi, diğer yandan emek gücünün yaşam kaynaklarından yoksun kalıp açlığa mahkûm olması anlamına gelecektir. Emek gücü açısından baktığımızdan, dikkat çekilmesi gereken nokta; emek gücü sahibinin insan olarak kalabilmesinin ya da eş deyişle tarih yapabilmesinin koşuludur. Ve bu koşul daha önceki üretim tarzlarının aksine; emekçinin, bedenini hayatta tutabilmeye yetecek ihtiyaçlarını üretecek araçlardan yoksun olması sebebiyle emek gücünü sermayeye satmasıdır.
Peki, ölümüne kurulan bu ilişki neden bu kadar yaşamsaldır? Çünkü “emek gücü, satılmasından önce, üretim araçlarından, faaliyetinin nesnel koşullarından ayrı durumdadır. Bu ayrılık durumunda, ne doğrudan doğruya sahibi için kullanım değerleri üretiminde, ne de satılmaları yoluyla onun geçimini sağlayabilecek olan metaların üretiminde kullanılabilir. Ancak satılması yoluyla üretim araçlarıyla bağlantısı kurulur.”(8) Demek ki, sermaye neredeyse emek gücünün orada olmasının nedeni, emekçinin ihtiyaç duyduğu geçim araçları ve bu geçim araçlarını üretmek için gerekli olan üretim araçlarının sermayenin metaları olarak emekçiden ayrı bulunmalarıdır.
“Bir kimsenin kendi emek gücünden başka metalar satabilmesi için, doğaldır ki, bu kimsenin üretim araçlarına, örneğin ham maddelere, emek araçlarına vb. sahip olması gerekir. Deri olmadan çizme yapılamaz. Ayrıca tüketim araçlarına ihtiyaç duyulur.”(9) Gelgelelim, sermaye bütün bir mülksüzleştirme tarihi boyunca emeğin öznel koşulları ile nesnel koşullarını birbirinden ayırdığından, emekçinin ne üretim araçları ne de tüketim araçları vardır. Geriye tek bir olasılık kalıyor; o da, kendi üretme potansiyelini satmak ve bunun karşılığında ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle hayatta kalabilmektir.
Sonuç olarak, emek gücü sahibi yasal olarak kendi emek gücü üzerindeki tasarrufunu kullanıp emek gücünü satmayıp evde kalabilir. Zaten yapılan çağrılar da bu yöndedir. Kimse işe gitmek zorundasın demiyor ve evde kal çağrısı yapılıyor. Bu konuda sonsuz özgür iken; tam da kendi geçim araçlarını üretebileceği üretim araçlarına sahip olmamak bakımından “özgür” olduğundan tıkış tıkış otobüslere binip geçim araçları karşılığında derisini yüzdürmek üzere işe gitmek zorundadır.
İşte gözlerimiz önünde olup biten şey; işçilerin yoksunluğunun, onları şiddetli ve kesin bir biçim altında ölüm-kalım mücadelesine ittiğidir (10). Üstelik, emeğin dar kazançlı sefil çalışmasının mesai arkadaşı olan bir ölüm kaygısı eşliğinde. Öyle bir kaygı ki ancak ve ancak geçim araçlarını üretme zorunluluğundan özgürleşildiğinde dağılabilecektir.
Peki ama nasıl? Marx ve Engels’in çözümü; emek gücü metasının ortadan kaldırılmasıdır.
Hic Rhadus Hic Salta!
*Felsefe Yüksek Lisans
1- K. Marx – F.Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, İst., 2013, sf.36-37.
2- http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/covid-19-insanoglunu-guclendirecek-1731148
3- http://www.diken.com.tr/5-nisan-avukatlar-gunu-evde-ekmek-yapilan-gunlerde-adaleti-dusunmek/
4- Karl Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz, Sol Yayınları, Ankara, 1993, s.23.
5- http://disk.org.tr/2020/03/disk-covid-19-ile-etkin-mucadele-icin-hukumeti-uyariyor-ve-cagri-yapiyor/
6- https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/04/06/halkin-yuzde-84u-sokaga-cikma-yasagini-destekliyor/
8- K. Marx, Kapital Cilt II, Yordam Kitap, İstanbul, 2012, s. 40.
9- K. Marx, Kapital Cilt I, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 171.
10- K. Marx – F.Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, İst., 2013, sf.187.