Korona virüsünün biyopolitikası: Notlar, mümkün gelecekler*

Korona gibi küresel bir salgında yaşanan “yerelliğe” kaçış bize devlet kavramının arka planında yatan biyopolitik örgütlenmeyi gösterdi. Dolayısıyla 21. yüzyılda tekrar “dirilen” devlet, aslında 17. yüzyıldaki biyopolitik idealin, yani tek tip “yaşam” çerçevesinde evrenselleşmiş politik standardizasyonun çağdaş bir versiyonu. Sanki Foucault’nun biyopolitika üzerine verdiği dersleri yeniden okuyor gibiyiz.

Abone ol

Ali Rıza Taşkale

Dünyada üç buçuk milyar insan, yani dünya nüfusunun neredeyse yarısı şu anda kısmi veya tam bir sokağa çıkma yasağı altında yaşıyor. Ulusal ve uluslararası hava trafiği en düşük seviyesinde. Tüketim ekonomisinin can damarı olan mekânlar kapalı. Trafik, ambulans sesleri dışında kesilmiş durumda. Neredeyse her gün hayatımızı sesiyle zehir eden inşaat sektörü durdu. Hava kirliliği azalıyor, karbon salınımı yok oluyor. Öyle görünüyor ki, dünyanın ısınması bir süre duracak, birkaç derece eksiye düşecek. Şunu kabul etmeliyiz ki, korona virüsünün ortaya çıkardığı gerçekten de çok büyük bir “kriz”. Kriz denen şeyin bizim yapısal deyip geçtiğimiz, hatta kanıksadığımız bir karmaşa ile yüzleşmeden ibaret olduğunu düşündüğümüzde, koronayı yaratan nedenlerin geçmişte yaşanan kıtlıklar ve günümüzde yaşanan iklim krizi gibi kendiliğinden oluşmadığı anlaşılıyor. Her ne kadar virüsün hâlâ nasıl ortaya çıktığı hakkında kesin bir bilgiye sahip olamasak da bilim insanlarının üzerinde hemfikir olduğu gerçek şu: Ormansızlaştırma ve daha genel olarak doğayı ve ekosistemleri sömürmeye devam eden hâkim militarist neoliberal kapitalist düzen, gezegenin yaşamı ve geçim kaynaklarını sürdürme kapasitesini elinden almış durumda. Bu da daha önce belli alanlarda varlığını sürdüren patojenler ve mikroorganizmaların hayvan konaklardan salınmasına ve hayatta kalmaları için insanlar dahil yeni konaklara doğru hareketlenmelerine yol açıyor. Bu noktada insanın doğaya hükmedemeyeceği gerçeği yüzümüze çarpıyor ve gezegeni oluşturan her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu gün yüzüne çıkıyor. Dolayısıyla korona, küresel neoliberal kapitalist düzenin yarattığı gezegen krizinin yeni bir biçimi.

Ancak korona, gündelik yaşamın ritmini sekteye uğrattığı için “gündelik” olanın sorgulanmasının da yolunu açıyor. Bu anlamda korona, toplumdaki zayıf, savunmasız insanların karşı karşıya kaldığı zalimlik ve adaletsizliğe nasıl olup da katlanabildiğimizi anlamamıza ve değişimin önündeki “biz”den kaynaklanan engellerin (bir anlamda, kendiliğinden) ortadan kalkmasına, hatta etik olanın yeniden formüle edilmesine ön ayak olabilir. Ya da daha genelleştirerek söylersek, koronadan sonra gezegene dair bilincimizin iyice zenginleştiği etik bir uyanış gerçekleşebilir. Krizler, toplumda zaten bozuk olan şeyleri açığa çıkarırlar. Korona virüsü de aslında bunu yapıyor; yiyecek kıtlığı, güvencesiz sağlık ve barınma imkânından yoksun milyonların varlığını yüzümüze çarpıyor. Dolayısıyla korona, şimdiye kadar hiçbir krizin, hiçbir siyasal hareketin üretemeyeceği genişlikte hem bir bilişsel sıçrama hem de yapısal değişim olanağı sunuyor bizlere. Bu bağlamda, bahsettiğim etik uyanışın yerleşip yerleşmemesi, ayyuka çıkan bu eksiklik ve bozuklukları, sınıfsal farklılıkları radikal politikanın diline tercüme etme kapasitemizle belirlenecek.

Gerçekten de korona bizi o kadar acil ve korkunç bir etkinlik krizi ile karşı karşıya bıraktı ki, mümkün olanın yeniden tanımlanmasını zaruri kıldı. Bu yüzden koronanın ortaya çıkardığı krize karşı tek gerçek çözüm incinmiş yaşam ağına ulaşabilecek ve onu iyileştirebilecek bir çözüm olmak zorunda. Yani, bu krizin hasbelkader gün ışığına çıkardığı hiyerarşilerin (örneğin: gelişmiş/gelişmemiş) kırılganlığı üzerinden yükselecek ve ekosisteme saygı duyacak, dolayısıyla gezegenin tümü için çalışacak başka bir düzen ve hayat. Anahtar soru ise, koronadan sonra sosyal ve ekonomik anlamda yapılandırılmış olduğunu varsaydığımız “hayat”ın aslında bir biyopolitik oluşum olduğunun, dolayısıyla da sürekli müdahaleyi sıradanlaştırdığının idrak edilip edilmeyeceği. Bizi ilgilendiren asıl mesele kanımca budur.

Peki, korona krizi korona sonrasına ışık tutabilir mi? Bu noktada tarihsel bakış açısının önemi ortaya çıkıyor. Koronadan sonra bizi nasıl bir toplum ve geleceğin beklediğini görmek için salgın hastalıkların tarihine bakmak belki faydalı olabilir. Şunu belirtmeliyiz ki, tarihteki önemli bazı toplumsal değişimler hep vebalara veya salgınlara karşı alınan önlemlerin ardından geldi. Örneğin, 1347-53 yılları arasında Avrupa’yı silip süpüren Kara Ölüm, kıtanın sosyal temellerini değiştirmişti. Roma Katolik Kilisesi’ne de büyük darbe vuran Kara Ölüm, bugün Anti-Semitizm olarak bildiğimiz Yahudi düşmanlığının doğuşuna zemin hazırlamış ve Yahudilerin baskı ve katliamlarla karşı karşıya kalmalarına yol açmıştı. Yanı sıra, Foucault’ya göre, modern toplum, modern devlet dediğimiz mefhum da 17. yüzyılın sonunda çiçek hastalığına karşı alınan tedbirler sonucu ortaya çıkmıştı. Bu çözümlerden en başta geleni aşılamaydı. Artık çiçek hastalığına yakalananlar dışlanmıyor, yok edilmiyordu; aksine hasta olanla olmayanların kesintisiz ve sürekli bütünlüğünü, yani kabaca nüfusu hedefleyen ve hastalanma ve ölüm oranlarını detaylıca ortaya koyarak nüfus genelinde çalışan bir iktidar teknolojisinin ortaya çıkışına zemin hazırlamıştı (güvenlik düzenekleri). Bu siyasi teknoloji, toplumu kontrol etme iddiasını sıradanlaştıran, kabul edilmez olanı “mümkün” kılan biyopolitik imgelemdi.

Korona gibi küresel bir salgında yaşanan “yerelliğe” kaçış bize devlet kavramının arka planında yatan biyopolitik örgütlenmeyi gösterdi. Dolayısıyla 21. yüzyılda tekrar “dirilen” devlet, aslında 17. yüzyıldaki biyopolitik idealin, yani tek tip “yaşam” çerçevesinde evrenselleşmiş politik standardizasyonun çağdaş bir versiyonu. Sanki Foucault’nun biyopolitika üzerine verdiği dersleri yeniden okuyor gibiyiz. Tek bir farkla: Foucault artık yaşamıyor. Devlet ve biyopolitika ilişkisi ise en çarpıcı biçimiyle yerel karantina uygulamalarının giderek evrensel bir yaşam biçimi olarak kanıksanmasında karşımıza çıkıyor.

BİYOPOLİTİK İMGELEM

Devlet politikası ve yaşam biçimi arasındaki bu fiili geçişkenlik aslında bu yazının da temel derdi. Eğer koronayla birlikte güçsüz ve savunmasız insanların yaşadıkları kadar, güçlü/güçsüz hiyerarşisinin kırılganlığını da konuşuyorsak, bu bizi ister istemez biyopolitika sorunsalına getiriyor. Neden mi? Çünkü biyopolitik sorunsalın tek yaşandığı yer, virüsten en çok etkilenen alt sınıfların, yoksulların, işçilerin, düşük statülü işlerde çalışanların yaşadıklarından ibaret değil. Biyopolitika, değişen toplum koşullarına ve krizlere göre kendisini sürekli yenileyen bir savunmasızlık/güçsüzlük üretme makinesidir. Virüsü tanıdıkça bu makinenin teknolojik şemasına da aşina olduk. Her ne kadar adını koymasak da artık biyopolitikayı tanıyoruz: Aynı biyolojik türe ait olduğumuz gerçeğinin her tür farklılığın önüne geçtiği bir siyasi çerçeve, farklılıkların hiyerarşiye dönüştürülmesini sıradanlaştıran bir siyasi teknoloji olarak. Biyopolitika görünür farklılıkları görünmez kılan bir iktidar aygıtı olmanın ötesinde, insan hayatının daha çok değerlenmesi ve bu değerlenme üzerinden nemalanan yeni hiyerarşileri sıradanlaştıran bir araç olarak savunmasızlığın sürekli üretilmesine ve çoğaltılmasına dayalı, anonim bir hükmetme biçimidir. Bu anlamda virüs bizi eşitlemiş falan değil. Aksine, toplumumuzun yapısal olarak sürekli kendi kırılganlığından beslenmeye olan sonsuz bağımlılığını ortaya koyan muzır bir işlev görüyor.

Foucault’nun biyopolitika kavramsallaştırması, özellikle iktidar ve baskının uygulanma biçimleri açısından kapitalist moderniteye geçişle ilgili değişiklikleri anlamamıza çok önemli bir katkı sunuyor. Bu bağlamda Foucault biyopolitikayı ve “modern” bir iktidar biçimi olarak nasıl işlediğini anlatırken aslında onun ne kadar kötü bir yönetme biçimi olduğunu söylemiyor. Aynı şekilde Foucault, biyopolitikayı göklere çıkarıp veya onu bir hükmetme biçimi olarak uygulayıp içselleştirmemiz gerektiğini de söylemiyor. Foucault’nun üzerinde durduğu ve bizi de uyardığı nokta, tıpkı karantinanın sıradanlaşmasında olduğu gibi, modern devletin biyopolitik imgelem sonucu ortaya çıktıktan sonra yaşam üzerinde biyolojik müdahaleleri de içeren ayrıcalıklı bir forma kavuşması. Yani artık bir tür olarak insana, toplumlara, nüfuslara dair karar alma süreçlerinde biyolojik süreçler de devreye giriyor. Bu paradigma değişikliği önemli, çünkü devlet yaşam ve ölüm hakkını elinde tutan bir iktidardan, nüfusun sağlığını (ve üretkenliğini) garanti etmeye yönelen bir iktidara geçiş yapıyor. Bu paradigma değişikliği, her türlü devlet müdahalesi ve baskısının emsali olmaksızın genişlemesi demek. Biyopolitikayla birlikte modern devletler, eski imparatorluklar ve hükümdarların asla hayal edemeyeceği bir biçimde, insan yaşamının en içlerine kadar ulaşmayı başardılar.

Öyle ki, zorunlu aşılamalardan kamusal alanlarda sigara içme yasağına kadar, biyopolitika kavramı pek çok durumda sağlık önlemlerinin politik ve ideolojik boyutlarını anlamak için anahtar bir kavram haline geldi. Biyopolitika bu anlamda devletlerin nüfusların davranışlarını onlara “bir acı yaşatmadan” nasıl düzenleyebileceğine dair buldukları en etkili çözüm. Dahası, biyopolitika liberalizm tarafından piyasa temelli araçlarla optimal sosyal davranışların elde edilebileceği temel bir iktidar aygıtı oldu. Günümüzden gidersek, örneğin neoliberalizmde, davranışlardaki değişiklikler nüfusların serbest pazarın çeşitli dinamikleriyle belirli ilişkiler geliştirerek ve “insan sermayesi”ni teşvik ederek gerçekleşiyor: Faiz oranları, iflas kanunları, sigara içme yasakları, hapis cezası içeren veya içermeyen çeşitli hukuki cezalar gibi. Foucault insan sermayesi kavramıyla daha önce ekonomik olmadığı düşünülen alanların katı bir ekonomik yoruma tabi tutularak genişlemesini kasteder. Biyopolitika böylece bir yönetme şekli, bizim siyaseti ve kendimizi nasıl düşünüp yapılandıracağımızı belirleyen bir aygıt olarak modern devletin olmazsa olmazı haline gelir. Bu yüzden “demokratik bir biyopolitika mümkün mü?” diye sorarken iki kere düşünmemiz ve 17. yüzyıldaki veba salgını sırasında başlayıp şehirleri ve sakinlerini kontrol eden, sonradan da kurallaşan biyopolitik önlemleri hatırlamamız gerekiyor. Bu söylediğimden sakın ola karantinanın gereksiz bir önlem veya insanların sorumsuzca davranıp karantina kurallarını ihlâl etmesi gerektiği gibi bir sonuç çıkmasın. Aksine, karantina veya sokağa çıkma kısıtlamasının korona virüsünün etkisini yitirmesine yardım edip zamanla ortadan kaldıracağı aşikâr. Ancak benim kaygım, salgın sırasında alınan bu biyopolitik tedbirlerin (ki buna insanların güç kullanılarak ve polis zoruyla evlerine kapatılması dahil) daha sonra hayatın bir normali haline gelmesi, görünmez ve otomat insan davranışlarına dönüşmesi. Zaten biyopolitikayı sinsi yapan da bu: Biz fark etmeden hayatımızın bir normali haline gelmesi. Hâkim neoliberal kapitalist devlet formunun bu konudaki berbat sicilini düşündüğümüzde, bu tedbirleri içselleştirip salgın sonrasına taşımanın ne kadar tehlikeli bir edim olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.

Bu bağlamda, korona sonrası bizi gözetim ve kontrol teknolojilerinin daha da normalleştiği otoriter bir kapitalizmin beklediği tespiti değil beni kaygılandıran. Küresel neoliberal kapitalist sistem daha ne kadar otoriter olabilir ki! Beni asıl kaygılandıran, bizim salgın sonrası daha uysal, daha itaatkâr biyopolitik özneler haline gelmemiz olasılığı. Evet, asıl endişelenmemiz gereken bu. Zaten Foucault’yu da asıl ilgilendiren buydu: Biyopolitika bir yönetme biçimi olmanın yanında bizim öznellik biçimlerimizi de belirleyen bir tarihsel iktidar aygıtı, bir uysallaştırma politikasıdır.

SÜRÜ BAĞIŞIKLIĞI

Bununla birlikte, Foucault’nun da bizi uyardığı gibi, biyopolitika geleneksel ırkçılıktan (ırklar arası düşmanlık, nefret) devletin işleyişine kazınmış olan biyolojik ırkçılığa, yani yaşaması gereken ile ölmesi gereken arasındaki sınırı çizmeye yarayan bir aygıta da dönüştüğü için biçim değiştirip devlet ırkçılığı olarak karşımıza çıkar. Burada söz konusu olan, toplumu, sosyal bedeni biyolojik tehditlere karşı savunmak olduğu için, devletler her an sanki savaştaymışlar gibi hareket etmeye başlarlar. Bu artık diğer devletlere karşı değil, nüfusun biyolojik refahını tehdit eden her şeye karşı açılmış bir savaştır. Bu andan sonra, devlet sadece ırkı korumak için vardır. Ve ırkı korumak için diğerini öldürmesi gerekir. Böylece “düşman” siyasi bir rakip olarak kalmayıp biyopolitik bir tehdit haline gelir. Bu eşik geçildikten sonra öldürme artık cinayet olarak algılanmaz, fakat bir tür “temizlik” faaliyeti, bir tehlikenin ortadan kaldırılması olarak düşünülür. Bunun sonucunda ölüm, hukukun dışında istatistiksel bir ölüme dönüşür.

Salgın sonrasında bir tedbir olarak ileri sürülen “sürü bağışıklığı” yönteminde de böylesi bir biyopolitik devlet ırkçılığının izlerini görmüyor muyuz? Sürü bağışıklığı, toplumun tümü yerine yüksek risk grubundaki nüfusun karantina altına alınması anlamına geliyor. Görüyoruz ki, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı devletler, açıktan veya gizli olarak bir “sürü bağışıklığı” sistemini tercih edip belli sayıda insanın ölmesini göze alıyorlar ve bir kez daha önceliğin neoliberal kapitalist düzenin çıkarları olduğunu gösteriyorlar. Salgının en çok vurduğu yaşlılar veya kronik hastalığı olanların karantinaya alınıp diğer kesimlerin yaşama katılımlarının devam etmesi veya işe gitmek zorunda olan emekçilerin sokağa çıkma yasakları dışında bırakılarak çalışmaya zorlanması böylesi bir ırkçı biyopolitik siyasetin zirve noktası olarak algılanabilir. Yukarıda söylediğimizi başka türlü ifade edersek, salgının bizi eşitlediği düşüncesi hem içinde bir naiflik barındırıyor hem de biyopolitik ayrım mekanizmalarını görmezden geliyor. Eğer bir eşitlikten bahsedeceksek, bu sadece hali vakti yerinde olanların ve seçkinlerin eşitliğidir – karantinayı geçirecekleri bir eve veya maddi imkâna sahip olmayanlar ise devletçe çoktan gözden çıkarılmıştır. Kimin karantinada kalıp kalmayacağına, kimin çalışıp çalışmayacağına, kimin ölüp ölmeyeceğine karar vermek, aslında biyopolitik bir devlet ırkçılığının dışavurumudur. “Bakın, kapitalizmi kurtarmak için bazı insanları öldürmek zorundayız”. Dolayısıyla sürü bağışıklığı sadece neoliberal bir politika değildir. Aynı zamanda biyopolitik bir savaştır da.

Bu nedenle biyopolitikayı günümüzde sadece “yaşama ve ölüme izin veren” bir aygıt olarak algılamaktan ziyade, değişen koşullara göre kendini yenileyen bir yönetme biçimi olarak algılamak daha doğru. Kimin hareket edip etmeyeceğine, kimin sokağa çıkıp çıkmayacağına, kimin ölüp ölmeyeceğine (ki ABD’de bu durum Trump’ın virüsü fırsata çevirip ölülere yaptığı yatırımlardan azami kâr elde etme arzusuyla şekillendiği için nekro-siyasete, nekro-kapitalizme, yani ölüm kapitalizmine bir örnek olarak da gösterilebilir) karar vermek, biyopolitikanın günümüzde aldığı değişken biçime bir örnek olarak gösterilebilir. O yüzden devletlerin aldığı önlemleri överken, aklımıza hep bu salgınla gerçek ve pratik anlamda mücadele eden sağlık emekçilerini, biz karantinada evlerimizde rahatça otururken internetten sipariş ettiğimiz ürünleri ayağımıza getiren kuryeleri, marketlerde saatlerce çalışan kasiyerleri, eczane çalışanlarını, tır şoförlerini, fabrikalara, madenlere gidip kötü şartlarda dahi çalışmayı sürdüren işçileri, sokaklarda görev yapan temizlik görevlilerini ve diğer tüm düşük statülü ve kimsenin yapmayacağı “pis” işlerde çalışan emekçileri getirelim. Asıl onları alkışlayalım. Asıl onları övelim.

SON SÖZ

Kuşkusuz şu an yaşadığımız salgını sadece biyopolitika kavramıyla ele alıp tartışmak mümkün değil. Ancak korona krizi her şeyden önce bize yaşadığımız belirlenmiş hayatın aslında biyopolitik bir hayat olduğunu kavrama fırsatı sunuyor. Geçmişte hayatımızı derinden etkileyen diğer yapısal krizlere verdiğimiz tepkiler, aslında siyasi düşüncemizin nasıl da biyopolitik imgelemin ötesine bakacak bir radikallikten yoksun olduğunu göstermişti. Bu tepkiler krizlerin yapısal nedenlerine odaklanan uzun erimli eleştirel ve yaratıcı cevaplar ve stratejiler yerine alelacele hazırlanmış reçeteler, klişe cümleler, yaratıcılıktan yoksun analizler şeklinde olageldi. Daha da önemlisi, bu krizleri yaratan biyopolitik devlet makinesinin bizi içine hapsettiği imgelemi ve öznellik biçimlerimizi masaya yatırıp değiştirmek yerine korumaya ve tatbik etmeye devam ettik. Öznellik biçiminden kastettiğim, sahip olduğumuz üretim ve bölüşüm ilişkileri ve bunların şekillendirdiği yaşam biçimlerimiz. Kuşkusuz bu sorunlu öznelliklerimizden hemen kurtulmak mümkün değil. Ama bu salgın bunu biyopolitika temelinde sorunsallaştırıp değiştirme yönünde bize büyük fırsatlar sunuyor, yeni alanlar açıyor. Her şeyden önce bizlere olduğumuzdan başka bir şey olma, başka bir yaşam tahayyül etme, başka üretim ve tüketim formları deneyimleme olanağı sunuyor. Bu kavrayış bizi derinleştirip zenginleştirmeli. Özetle, korona bize diğer ekonomik sistem ve siyasal fikirleri denemenin zamanının çoktan geldiğini fısıldıyor. Aksi halde elimizde yaşayacak bir gezegen kalmayacak.

*Yazıyı okuyup her zamanki gibi ufuk açıcı tespitler ve yorumlarda bulunan Erdoğan H. Şima’ya çok teşekkür ederim.