Koronadan sonra dünya
Yine de tablo o kadar korkunç değil. Gelmiş geçmiş en güçlü devletler dahi doğayı kontrol altına alamadılar. Doğanın bir parçası olan insanlığı da hiç bir zaman köleleştiremediler. Bizler birbirleriyle bağlantıları olan koca evrenleriz. Rızamızı alamadan yazılan senaryolar ise paçavradan fazlası değil.
Miraz Rusipi
'Biyolojik Aura' kavramını ilk defa, eşimle yemek yapmak hakkında konuşurken öğrendiğim şok edici bilgiden sonra kullanmaya başladım. Eşim eskilerin el lezzeti, dedikleri şeyin bilimsel olarak kanıtlandığını, iki ayrı kişinin aynı yemek tarifini bire bir uygulayarak yapsalar dahi aynı lezzeti tutturamayacaklarını çünkü yemeğe tarifteki malzemelerin yanı sıra elimizdeki bakterilerin karıştığını anlatmıştı. Bu bakteriler sütü yoğurda dönüştürmesine benzer şekilde yemeği mayalıyordu. Aşçının bir parçasını yemeğe katması, yiyeceğe kattığı bu mikrobiyolojik canlıların vasıtasıyla yemeğin yapısını değiştirmesi ihtimali hem tuhaftı hem de kulağa pek de inandırıcı gelmiyordu. Bu tıpkı Çin'in virüs salgını öncesi ismini dahi bilmediğim Wuhan kentindeki birinin, birilerinin beslenme rejimleri sebebiyle vücuduna geçen virüsün insan bedenlerinde çoğalıp seyahat ederek yaşadığım küçük beldede yarı yarıya OHAL ilan edilmesi ve yakınlarımı kaybetmeme sebep olma ihtimali gibi anlaşılması zor bir fikirse de sonuçta benim için iki önemli gerçeği değiştirmiyordu.
1- Eşimin elindeki bakteriler çok lezzetliydi ve birçok hayati bilgiyle bağlantısı vardı
2- Çin’in Wuhan eyaletinde yaşayan bir insanın bedeninde oluşan bir bakteri hepimizin hayatını mayalamıştı. Yaşamımız maya sonrası bir daha eskisi gibi olmayacaktı.
Mesafelerin, farklı türde canlılar olmamızın, rengimizin, dilimizin, dinimizin veya sosyal sınıfların sınırlayamadığı bedenlerimizden katmanlar halinde yayılan iç içe geçen mikrobiyolojik auralarımız vardı. Biyolojik auralarımızdaki her türden mikrobiyolojik canlı ise su, hava, karbon döngüsü gibi keşfedilmiş veya henüz keşfedilmemiş canlı ve de cansız varlık vasıtasıyla bizi birbirimize bağlıyordu.
Bu anlattıklarım kulağa tıpkı evrendeki her şeyin birliğini anlatmayı amaçlayan Sufi bir hikaye, Budist felsefeye ya da panteist bir inanca benzese de Wuhan kentinde kanat çırpan bir yarasanın Paris sokaklarında dolaşan tankların palet sesiyle fırtınaya dönüştüğü gerçeğini değiştirmemişti. Çıplak gözle görünmeyecek kadar küçük bir virüs yüzünden dünyanın yarsında okullar tatil edildi. İbadethaneler kapatıldı. Şehiri şehir yapan lokanta, bar, kafe, kahvehane gibi mekânların kapılarına kilit vuruldu. Kendini âlemlerin efendisi ilan eden küresel devletler ve ekonomiler çöktü. Kentler distopik film karesine benzemeye başladı. İnsanlar maskelerle dolaşıyor, tuhaf giyimli görevliler her yeri ilaçlıyorlar. Kafamız karışık, zihnimizde sorular… Bütün bunlar neden oldu? Peki biz bu durumda ne yapacağız? Komplo teorileri havada uçuşuyor ya da daha doğrusu neyin komplo neyin gerçek olduğu artık pek seçilemiyor.
Küresel salgını 2016’dan beri dillendiren yazar Abdullah Çiftçi bir bilim kurgu senaryosunu okurcasına virüsün dördüncü sanayi çağına geçiş için laboratuvarda üretildiğini, insanların virüs sayesinde kripto para kullanımından, vücutlarına çip taktırmaya varana değin bir çok şeyi direnmeden kabulleneceklerini söylüyor. Anarşist düşünür Giorgo Agambel iktidarların virüsü halkın hareketliliğini engelleyip panik yaratmak için küresel yayın-basın ağını harekete geçirdiğini böylece kuracakları militarist yönetimler için halkın rızasının alınmaya çalışıldığını savunuyor. Slavoj Zîzek salgının sanayisinin kirlettiği havası ve ağır çalışma koşulları yüzünden her yıl korona virüsünden ölenlerden 20 ile 30 kat daha fazla yoldaş yurttaşın ölümüne sebep olan komünist bir ülkeden çıktığını bilmiyorcasına korona virüsünün milli sınırları ortadan kaldırıp, dayanışmayı artıracağını, küresel bir komünizme geçmek için fırsat olduğunu savunan makaleler yazıyor. Devlet başkanları ise bu teorileri onaylarcasına televizyona çıkıp virüs sonrası dünyada yeni bir düzenin başlayacağını söyleyebiliyorlar.
Birileri komplo teorileri yazabilir, başkaları virüsün yaydığı korkuyu fırsata çevirip bu teorileri hayata geçirmeye çalışabilirler. İnsanlar kelimeleri yaratır ve o kelimelerin çevresinde kurdukları yapılar ve siyasal sistemlerle yeni politik gerçeklikler yaratırlar. Türümüzün yarattığı gerçekliğin her daim doğaya toslayan sınırları vardır. Yaptığımız yapıların, kurduğumuz teorilerin aksine karmaşık ağları olan doğayı kontrol edemeyiz. Bizler doğayı yaratmadık doğa bizi yarattı. Ayrıca doğa sadece dışımızda değil aynı zamanda sayısız mikro organik canlıyla birlikte içimizde. Sensör teknolojileriyle yaratmaya çalışılan dokunmadan yaşa dünyası, her bir şeyi çamaşır suyu ile yıkama manyaklığı, ağız maskeleri ve hatta hastalık korkusuyla bedeninize poşet giydirmeye çalışarak doğayla aramızdaki bağı kesme çabası olduğumuz şeyi değiştirmez. Bizler doğayız, doğa ise biz. Su içmeden, ağaçların dönüştürdüğü havayı ciğerlerimize çekmeden, yemek yemeden yaşayamayız. Cesedimiz dahi karbon döngüsünün bir parçasıyken doğayı anlamaya ve merkeze oturtmadan kuracağımız her yapı ve sistem çökmeye mahkûmdur. Dünyaya bu kadar bağlıyken küresel ısınmanın sadece buz dağlarını eriteceğini ya da atmosfer olaylarıyla sınırlı kalacağını düşünmekse saflıktır. Doğaya verdiğimiz her türden zarar içimizde bir yeri sakatlar. Birileri daha fazla kazanma hırsıyla havayı kirletir, hava kirliliği bir yarasanın bedenindeki virüsü mutasyona uğratır. O virüs de yaşamını felç eder. Hükümetler, militer yönetimler, otoriter devletler birbiri ardına gelen felaketlerin doğasını anlamadan, dünya ile incelikli bir ilişki kurmayı öğrenmeden buldukları her çözüm geçici olacağı gibi milliyetçilik, genişleme arzusu, doğa sömürüsü, savaşlar felaketler döngüsünü hızlandırıp korkunç zamanlara davetiye çıkarmaktan başkaca işe yaramayacak.
Yine de tablo o kadar korkunç değil. Gelmiş geçmiş en güçlü devletler dahi doğayı kontrol altına alamadılar. Doğanın bir parçası olan insanlığı da hiç bir zaman köleleştiremediler. Bizler birbirleriyle bağlantıları olan koca evrenleriz. Rızamızı alamadan yazılan senaryolar ise paçavradan fazlası değil.
Bizler yeter ki komplo teorisyenlerinin aksine daha güzel bir dünyanın nasıl kurulabileceğini, militarist olmayan mülteci üretmeyen bir dünya düzenini, neredeyse aynı organizmanın parçalarıyken önümüze dikilen sınırların anlamsızlığı, hastalığın sınıf farkı tanımadığını, sınıflara ihtiyacımızın olmadığını, yeni iletişim biçimlerini, doğaya ve iç doğamıza zarar vermeden yiyeceğimizi üretmeyi, liderlere gereksinim duymayan bir dünyayı düşünmekten vazgeçmeyelim. Kentlerin çok kalabalık olduğunu, bunca kalabalığın doğal olmadığını ve bize zarar verdiğinin görebilelim. Doğaya, doğamıza dönmenin yollarını arayalım. Paylaşmadan dayanışmadan ayakta kalamayacağımızı, biyolojik auralarımızın iç içe geçip dünyaya yayıldığını, beş yüz yıl önce fikirlerimizi sadece yakın çevremize aktarabilirken internet sayesinde tüm dünyayla bağlantı kurabildiğimizi, her gün yenilenen olanaklarımızın farkına varalım. Şikâyet ettiğimiz hayat üzerine düşünelim, Fikirlerimizin akşam izlediğimiz tartışma programındaki adamın mı yoksa bize ait mi olduğunu düşünelim. Nasıl düşündüğümüzü, düşüncemizin yapısını… Madem karantina zamanlarında vaktimiz çok o halde düşler kurarak, olmaz denilenin oluruna inanarak düşünelim, fikirlerimizi yazalım, yazdıklarımızı sosyal platformlarda paylaşalım. (hatta dilerseniz bu yazıyı, bu yazı ile ilgili düşüncelerimizi paylaşarak bir deney yapalım, sesimizin nerelere ulaşabildiğine bir bakalım)
Sadece elimizdeki bakteriler değil düşüncelerimiz de birer maya. Nefret ettiğimiz komplo teorilerinin figüranı olmak istemiyorsak sorunlara odaklanmak yerine hemen şimdi dünyanın ulaşabildiğimiz kadarını fikirlerimizle, düşlerimizle, bedenlerimizden bedenlere seyahat eden sayısız mikroorganizmamızla mayalayalım. Koronadan sonra yeni bir dünya kurulacaksa onu biz kuralım.