2014 yılında yerel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimi, 2015’te 7 Haziran ve 1 Kasım seçimi, 2017'de anayasa referandumu, 2018'de genel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimi, 2019'da yerel seçim. Beş yılda yedi seçim ve hemen hiç etkisi kesilmeyen seçim atmosferi, seçim bağımlılığı, seçim yorgunluğu. Tarafların, "yendik, yine yeneceğiz" veya "bu sefer kazanacağız" iddiasıyla heyecan yaratmaya çalıştığı ama bir türlü kimsenin kopartıp rahatlayamadığı yarış havası. Seçimlere katılımın birçok ülke için rekor sayılabilecek düzeylerin altına hiç inmediği ama seçimin ne işe yaradığının da çok tartışıldığı bir siyaset zemini. Hiç kesilmeyen kutuplaştırmanın zirvelerinde dolaşan bir toplumsal vasat ve ertelenen krizlerin sınırında hiç hız kesmeden kaynak tüketen bir seçim ekonomisi.
Yazarken de, okurken de nefes darlığı yaratan bu kısa özetin ardından kötü haberi vereyim: Bu kronikleşmiş seçim hali, istikrarsızlıkta yakalanan istikrar kolay bitmeyecek, bu seçimle de bitemeyecek. Türkiye, 24 Haziran nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bir ya da iki yıl içinde, zaten takvimde olan 2019 yerel seçimleri dışında en az iki seçim daha yapmak zorunda kalacak. Ne sistem değişikliği ve "2023 hedefi" için eşiği geçmeye çalışan iktidar, ne "artık tamam" deneceğini uman muhalefet için, ne de artık nefes almak adına normalleşme isteyen memleket için soluklanma fırsatı gelmeyecek. İçine girilen tablo nasıl birden oluşmadıysa, yine birden bitmeyecek; nasıl yavaş yavaş, adım adım kurulduysa yine öyle yavaş yavaş değişecek. Yani ne yazık ki, yaşanacak bir miktar daha sıkıntı sırasını bekliyor.
Herhangi bir seçim sonucunun sakinleşme yaratması olasılığına temel sorunlar açısından bakılınca, ilk başa ekonomiyi koymak gerek. Meselenin uzmanları, deneyimli kalemler, önemli bilim insanları uzunca bir süredir anlatıyor, uyarıyor. Onları duymayan, onlardan haberi olmayanların bile artık apaçık gördüğü gibi bütün göstergeler alarm veriyor. Dozu, etkisi ve süresi konusunda farklı değerlendirmeler olsa da, iktidar çevreleri dahil kimse olağan bir gidişattan, yakın vadede hissedilir bir "iyileşmeden" bahsedemiyor. Tam tersine, uzmanların büyük bir çoğunluğu seçime kadar olduğu gibi, seçimin hemen ardından ciddi gelişmeler, dalgalanmalar bekliyor. Sorunların çok önemli bir bölümü içeriden ve yapısal alandan gelmekle birlikte, dünyadaki trend de ekonomik normalleşmeyi desteklemiyor. Dolayısıyla, böyle bir ekonomik zeminin sürdürülebilir bir siyasi denge yaratması pek beklenemez.
Gelelim dış politika meselelerine: Neredeyse bütün meselelerin iç politikada tüketilmek üzere yeniden tarif edildiği, Kürt meselesi gibi çok önemli iç sorunların önce ihraç edildiği sonra da tekrar ithal edildiği bir süreç yaşandı, hâlâ yaşanmaya devam ediliyor. Çok önemli stratejik, siyasi ve ekonomik mecburiyet olan "Batı" ile ilişkiler, yakın coğrafyalarda ve özellikle Ortadoğu'da aktif istikrarsızlaştırıcılar arasında durma çabası da yakın zamanda sürdürülebilir bir dengeyi vadetmiyor. Erdoğan'ın Britanya gezisi ile yeni bir sayfa açma denemesinin ara bulucu rolünün daimi heveslisi İngiltere'nin gayretine rağmen nasıl sonuçlanacağı hâlâ belirsiz. Açıkçası, bütün bu meselelerde muhalefetin (hem ortak olarak, hem de her bir parçasının) ne dediği daha da belirsiz. Yani, yön ve yörünge hiç oturmuş görünmüyor.
Kuracağını iddia ettiği "yeni rejimin" yasal çerçevesini bile öngörülen zamanda oluşturamayan, bu sistemi yürütecek kadroları yetiştirmek bir yana, tedarikinde bile ciddi güçlükler yaşayan bir iktidar performansı izliyoruz. Bir yandan yönetememe krizi, diğer yandan yıkılan, zayıflatılan, kaldırılan kurallar ve kurumların yerine kalıcı çözümler bulamamak iktidarı sıkıştırıyor. Erdoğan'ın üzerinde durduğu güç koalisyonunun iç çelişkileri, ittifak düzeninin kararsızlığı, temel meselelerde yapısal adımları engelliyor. İktidarı savunma ve durumu idare etme önceliği, hem bazı iktidar sözcüleri hem de muhalefet çevreleri tarafından iddia edildiği gibi "kurucu" bir iradeyi değil, dengesiz bir erteleme sürecini işaret ediyor. İktidarın giderek görünür olan bu sıkışmışlığına karşın, muhalefet sözcüleri de, ilginç icraat vaatleri dışında kapsamlı bir revizyon programı oluşturabilmiş değil. Yani, devam için de, tamam için de çok hazırlanılmış olmadığı gibi, sandıkta onaylanacak şeyin ne olduğu açık değil.
Temel sorunların hemen hepsi için geçerli olan belirsizlik, eğitimden sağlığa, kentleşmeden çevreye kadar çeşitli başlıkların içine doğru da ilerliyor, gündelik hayatta öngörülemezlik her gün daha fazla hissedilir hale geliyor. Bu alanlarda oluşan sonuçlara ilişkin palyatif tedbirler veya vaatlerle, bu sonuçları yaratan kaynak sorunlar tartışılmadan yol alınmaya çalışılıyor. İktidar kendi hikayesinin sonuna doğru hızla ilerlerken, ne kendisi ne de karşısındakiler henüz yeni bir hikaye için fikir bile kurabilmiş değil. Dolayısıyla, giderek ağırlaşan böyle bir tablodan, belirsizliklerin hakim olduğu böyle bir zeminden, sürdürülebilir yeni bir iktidar kombinasyonu veya tazelenme çıkması mümkün olmadığı gibi, bir seçim dönemini tamamlayacak hükümet veya meclis bile zor çıkar. Ancak, yeni seçimleri tetikleyecek trendlerin ipuçları çıkar.
Yapısal sorunlar ve tercihler, doğrudan etkilerini daha çok hissettirse de henüz siyasi alanı ele geçirebilmiş değil. İktidar, kaybetme tehlikesini savuşturma; muhalefet çevreleri de, "gitsinler, sonra bakarız" havasında. Siyaset dili "sonuç alma" endişesiyle popülerleştikçe, daha fazla alkış almasına veya heves yaratmasına rağmen içeriksizleşiyor. Sonuca ilişkin belirsizlik, alanda coşkulu bir seçim havası oluşturamadığı gibi, siyasette bir derinleşme de yaratamıyor. İktidarın, seçime yeni sisteme geçiş için değil meclis çoğunluğunu kurtarma önceliğiyle yaklaştığının görünmesi, aldığı KHK yetkilerinin, aday belirleme tercihlerinin sistem değiştirme alameti olmaktan çok, seçim endişesine bağlı olduğunu düşündürüyor. Muhalefetin adaylarının da (özellikle İnce ve Akşener) “pozitif söylem kurma” öğüdünü, popülist çıkışlar karmaşasına çevirmeye yatkın oldukları anlaşılıyor.
Seçim kararı alınmadan önce çok sık dile getirilen “köprüden önce son çıkış” veya “yeni döneme - geri dönüşsüz- geçiş” iddiaları giderek zayıflıyor. Ancak, kıyamet veya asrı saadet senaryolarının güçlenmemesi endişeleri azaltmıyor. Birikmiş sorun yükü ve gürültülü biçimde gelmekte olan krizin yarattığı tedirginlik, “asla bırakmazlar” korkusunun yanına, “ya bırakıp giderlerse” endişesini de ekliyor. İktidar açısından da, 24 Haziran geçilse bile sorunların bitmeyip artmasının yanına, dokuz ay içinde yapılacak yeni seçimin baskısı gelecek. Hâlâ kampanyasını başlatamamış, metal yorgunluğunu çözememiş iktidarın, sonuç ne olursa olsun güçlü bir “devam” psikolojisi üretmesi kolay değil. Tekrar etmek gerekirse; ne Türkiye’nin içinde bulunduğu yapısal sorun öbekleri, ne iktidar ve muhalefet kombinasyonları ve hazırlıkları, ne de gelmekte olan konjonktür seçimlere ara verilecek bir durgunluk döneminin işaretlerini vermiyor. Bu zeminin korkutucu bir karmaşaya dönmesi de, siyasetin derinleştirilmesi için fırsata çevrilmesi de hâlâ mümkün.