‘Kötü yasalar’ın ötesinde Nazi hukuku
Hukuk düşmanla ilgili bir şey olunca, Nazi hukuk uygulamasının bir başka özelliği, peşin hükümlülükle kendini gösterir. Irk, mensubiyet, iltisak, istihbarat, ihbar, söylenti, emare, şüphe… Hüküm, yargılama başladığında çoktan verilmiştir. Yargıcın ödevi, hukukun olağan bir şekilde işlediğini göstermek üzere kanıt yaratmaktır: Duruşma salonları, iddianameler, yargıçlar, , dava dosyaları, tanık beyanları...Hukuk, rejimin işlediği cinayetlerin suç aletlerini saklamanın aracı haline gelmiştir.
Ertuğrul Uzun
Nazi hukukunun zihinlerde yarattığı ortalama imge, acımasız yasaların yapılması ve uygulanmasıdır. Hukukun mahiyeti hakkındaki felsefi tartışmalarda bile mesele hep aynı noktaya gelip dayanır: Kötü, adaletsiz, haksız yasalar yasa kabul edilecek midir? Yahut böyle yasalardan müteşekkil bir sistem, hukuk adını almayı hak eder mi? Tasavvuru, hayali, arzulanması bile insanı en azından ahlaken sorumlu tutmaya yetebilecek türden yasaların kısa süre içinde yapılabilmesi, yerleşik bir hukuk düzeninde rahatlıkla uygulanabilmesi şüphesiz pek çok açıdan tartışılmayı hak eden bir meseledir. Fakat iş Nazi hukukunu konuşmaksa, içeriği itibarıyla kötü yasalardan daha fazlasını konu edinmemiz gerekebilir.
Nazi hukukuna bakışa dair perspektifler sunan iki önemli eser, yakın zamanda art arda yayınlandı Türkçede. İlki Ernst Fraenkel’in 'İkili Devlet’i (Çev.: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2020) diğeri ise Alan E. Steinweiss ile Robert D. Rachlin’in derlediği 'Nazi Almanyası’nda Hukuk' (Çev.: Kıvılcım Turanlı, Zoe Kitap, 2020). 'İkili Devlet' hakkında konuşma hakkımı başka bir yazıya saklayarak burada 'Nazi Almanyası’nda Hukuk’ta yer alan makaleler çerçevesinde Nazi hukuku hakkında neler söyleyebileceğimizi özetlemeye çalışacağım.
Göründüğü kadarıyla Nazi döneminin hukuk uygulamasının en göze çarpan özelliklerinden biri, en temel kabul edilen hukuk ilkelerinin neredeyse tersine çevrilmesidir. Sözgelimi, kanunsuz suç olmaz ilkesi, Nazi yöneticileri tarafından ve onların direktifleri uyarınca yargıçlar eliyle tersine çevrilmiştir. Nazi yargıçları için kanunlar ne kararlarının vazgeçilmez esası ne de muhakemelerinin rehberidir. Bir ceza yasası, ulusun hedefine ulaşmak için çıktığı yolda her zaman göz ardı edilebilecek koltuk değnekleri olabilir ancak. Böyle olunca, bir eylemin kanunlarda suç sayılıp sayılmadığına takılmadan, ulusun âlî menfaatleri uyarınca cezalandırılması gerektiğine kanaat getirdikleri insanları mahkum edebileceklerdir. Bu anlayış uyarınca, zaten kapsayıcı ifadelerle formüle edilmiş ceza yasaları, çok da incelikli olmaya zahmet edilmeksizin türlü yorumlarla ulusun düşmanlarını cezalandırmanın sözde gerekçesi olarak kullanılmıştır. Bu strateji, aynı zamanda kanunsuz ceza olmaz ilkesinin çiğnenmesi için de kullanılmıştır. Sanık olmakla mı düşmanlık statüsü kazandığı, yoksa düşman olduğu için mi sanık olduğu çoğu zaman anlaşılamayan kişiler, eylemlerinin olağan karşılığı olan suçlar için öngörülen cezaların yargıçlar tarafından az bulunduğu durumlarda, yine aynı kaba yorum manevralarıyla daha ağır suçlardan mahkum edilmişlerdir.
Kimi zaman bizzat Hitler’in, basit sayılabilecek davalara dahi müdahalesi söz konusu olmuşsa da, Nazi hukuk pratiğinin idealinde, Führer gibi düşünebilen savcı ve yargıçlar vardır. Parti’nin liderlik katından gelen direktif ve telkinler, yargıçlara sürekli kendilerini Führer’in yerine koymayı salık verir. Böylece, yasanın Führer’in iradesi olduğu anlayışı, tam anlamıyla pratiğe dökülmüş olur. Kimi adanmış Nazi, kimi kendini Nazilere teslim etmiş konformistler olan yargıçlar, hiç şüphesiz Führer gibi düşünemeyecek olmanın muhtemel acı sonuçlarını da dikkate alarak, zaman içinde tamamen acımasız bir yargılama pratiği geliştirmişlerdir. Eğer başka bir başlık açılacaksa, bunu yargının siyasi iktidara bağlanması olarak nitelemek mümkün olabilir. Ama elbette Nazi örneğinde bu niteleme zayıf kalmaktadır çünkü bağlanmadan ziyade, bir bütünleşme söz konusudur, üstelik sadece kurumsal anlamda değil, zihinsel anlamda da bir bütünleşme.
Yerleşik bir hukuk düzeninin nasıl bu şekilde yozlaştığı da her zaman merak konusudur. Nazi rejiminin işlediği bütün bu suçların nasıl olup da kitlesel bir destek bulabildiği yanında, daha önce öyle ya da böyle yazılı hukuk kurallarına bağlı, temel hukuk ilkelerini uygulayan bir yargı sisteminin nasıl olup da hızla dönüştüğü, rejimin hukukçuları bu dönüşüme nasıl ikna ettiği sadece yargıçlara yönelik tedhiş uygulamasıyla açıklanamaz. Belki de tedhişin daha işlevsel olmasını sağlayan, muhataplara düşünsel olarak tutunacakları bazı bahanelerin sunulmasıydı. Hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, kabartılmış ulusal/ırksal ülkülerle birlikte; önce mevcut hukukun Alman tarihinden, milletinden ve ruhundan kaynaklanmadığı söylenerek hukukun sağladığı temel güvencelere karşı düşünsel ve hissi bir mesafe yaratılmış, arkasından daimi savaş haliyle, sürekli bir kurtuluş ve kuruluş paradigması tedavüle sokulmuştu. 28 Şubat 1933 tarihli olağanüstü hal kararnamesi gerçekten de adı belli bir olağanüstü hal rejimi yaratmıştı fakat hukuken olağanüstü halin, yahut Fraenkel’in isimlendirmesiyle Önlem Devleti’nin dışındaymış gibi varlığını devam ettiren Norm Devleti de fiili bir olağanüstü hal ideolojisini benimsemişti. Her bir devlet görevlisi gibi yargı mensupları da artık hukuki kapsam ve sınırlarına bakılmaksızın genelleştirilmiş ve daimileştirilmiş olağanüstü hal koşullarında devletinin ve milletinin menfaatleri için çalışan Führer’in emrindeki neferlerdi. Hukukun da hukukçuların da tek bir amacı vardı: Milleti korumak, düşmanı yok etmek.
Hukuk düşmanla ilgili bir şey olunca, Nazi hukuk uygulamasının bir başka özelliği, peşin hükümlülükle kendini gösterir. Irk, mensubiyet, iltisak, istihbarat, ihbar, söylenti, emare, şüphe… Esasında hüküm, yargılama başladığında çoktan verilmiştir. Yargıcın ödevi, hukukun olağan bir şekilde işlediğini göstermek üzere kanıt yaratmaktır: Duruşma salonları, iddianameler, cübbeli yargıçlar, gerekçeli kararlar, katipler, dava dosyaları, tanık beyanları, yeminler… Hukuk, rejimin işlediği cinayetlerin suç aletlerini saklamanın aracı haline gelmiştir.
'Nazi Almanyası’nda Hukuk'tan Nazi hukukuna dair seçip çıkardığım özellikler böyle. Nazilerle işbirliği yapan eğitimli meslek erbabının dönüşümü ve suç ortaklıklarının boyutları; Yahudi avukat ve yargıçlara saldırının ayrıntıları ve sonuçları; Yahudi ve Alman hukukçulardan, Nazi yönetimine direnç gösterenlerin hikayeleri; Nazi yönetiminin eli kanlı hukukçularının savaş sonrasında bırakın hesap vermeyi görevlerine dönmesi gibi başka konular için ise okurları kitaba yönlendirmek durumundayım.
Yazıyı, kitabın başından ve sonundan birer alıntıyla bitireyim. Kitabın editörleri Steinweis ile Rachlin, takdim yazılarını şöyle sonuçlandırıyor: “Nazi Almanyası örneğinin toplumumuza ayna tutma görevi göremeyecek kadar aşırı olduğunu iddia etmek caziptir. Ama Almanların da bir zamanlar Rechtstaat’ları ile büyük gurur duyduğunu ve hiçbir toplumun vahim koşullarda hukukun yozlaşmasından muaf olmadığını hatırlamak, aynı derecede önemlidir” (s. 24). Nitekim, kitabın ‘III. Reich’taki Alman Yargıçları Yargılamak’ başlıklı son bölümünde yazar Kenneth F. Ledford da, Nazi dönemindeki yargıçlara ilişkin tarih araştırmalarının “yargıçların adaletsiz radikal rejimlere karşı siper olmayı başarıp başaramayacağı sorusunu öne çıkarma[sı]” gerektiğini söylüyor (s. 225). Her ikisi de, nefretle anılan bir döneme bugün karşı karşıya kaldığımız tehditler zaviyesinden bakarken göz önüne almamız gereken konular hakkında önemli uyarılarda bulunuyor.
Not: 'Nazi Almanyası’nda Hukuk’un Türkçe editörlüğünü üstlendiğim için, kitabın çevirisine dair bir şeyler söylemeye bir türlü cesaret edemedim. Ancak hiç değinmemek de, kitabı Türkçeye kazandıran dostum Kıvılcım Turanlı’nın emeğine ve maharetine büyük saygısızlık olacaktı. Böylece not etmek isterim.