Türkiye tarihinin en önemli kırılma noktalarından birini
geçtiğimiz hafta yaşadık. Yaşamaya devam ediyoruz. İktidarın hususi
olarak ektiği, biçtiği yani özenle “yetiştirip büyüttüğü” bir
krizi… Adını net koyalım, yüksek yargı eliyle anayasal düzeni
tehdit eden, anayasayı hiçe sayan, yargı darbesini…
Yargıtay’ın TİP Milletvekili Can Atalay hakkında "hak
ihlali" kararı veren Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç
duyurusunda bulunmasıyla başlayan, iktidarın Yargıtay’a destek
çıkıp “Yüksek mahkemeler arasında astlık üstlük ilişkisi yoktur”
söylemleriyle devam eden ve çözümün yeni anayasa yapılmasında
olduğunu işaret etmesiyle taçlanan bir süreç… O kadar tanıdık ki…
Gelişme sürecini bizzat nakış gibi işlediğin “krizi” itinayla
çıkart, bu krizi tam da hedeflediğin gibi, yeni anayasa
yapılmasının zorunlu olduğunu dikte eden bir noktaya taşı, yeni
anayasayla da mutlak iktidarını artık kimseye nefes aldırmayacak
şekilde yeniden tesis et. Burada görev sürenle ilgili kısıtı da
kaldır. Başkanlıkla değiştirdiğin rejimi yeniden tahkim et. Öyle et
ki, yetkilerin daha da sınırsız olsun, daha da denetimsiz
yönet…
Yeni rejimin inşasında engel olabilecek her şey, herkes, her
kurum artık hedeftedir.
Sayısal olarak çok zayıf kalan ama etkisi hala iktidarı rahatsız
etmeye yeten gazeteciler, sendikalar, STKlar, AYM bile… Engel
olabilecek, hızını kesecek her şey, herkes…
Artık kimsenin anayasal güvencesi yok.
Yeni anayasayla tahkim etmeyi planladığı “güçlendirilmiş
otoriterlik” rejimi daha fazla ne sağlayacak?
Türkiye’de yaşandığı biçimiyle vahşi kapitalizm ve siyasal
İslam’ı harmanlayan rejimde tüm temel özgürlüklerin, yirmi yılın
sonunda kalan kısmi toplumsal örgütlülüklerin daha da baskılandığı
ve emeğin her türlü baskıya rağmen sesini daha da çıkaramayacağı
bir yeni dönem hayal ediliyor…
En “demokrat” sermaye örgütleri, en “ilerici” işveren örgütleri
böyle bir yargı darbesinde sesini bile çıkarmıyor. Neden? Tesadüf
mü?
Elbette değil.
Biraz geriye gidelim, iki ay önce açıklanan Orta Vadeli Program
başta olmak üzere ekonomiyle ilgili temel metinler ve açıklamalarda
2024 yılında enflasyonun düşürülmesi için, bir yandan parasal
sıkılaştırma yapılacağı, böylece tüketim harcamalarının kısılacağı
tekrarlandı.
Geldiğimiz noktada 2024 yılında enflasyonun yüzde 30-42
aralığında olması ve yüzde 36 olarak gerçekleşmesi öngörülüyor.
Bu ne demek? Nasıl kısılacak tüketim?
Milyonlarca vatandaşın geliri baskılanarak… Yani hakikaten,
'parasız kalırsa harcayamaz' mantığıyla… Bu parasal sıkılaştırmayla
ücretlerin baskılanması en çetin şekliyle sürdürülecek. Zaten Bakan
Mehmet Şimşek’in, doğru olmadığını bile bile, “ücret artışlarının
yüksek enflasyona neden olduğunu” söylemesi boşuna değil. TCMB
Başkanının son Enflasyon Raporu toplantısında talebin hala
gerekenden yüksek olduğunu söyleyerek “Enflasyon görünümünde
belirgin bir iyileşme sağlanana kadar parasal sıkılaştırmaya devam
edeceğiz” demesi de öyle…
2024 yılında ücret ve maaş zamlarının gerçekleşen enflasyona
göre değil, iktidarın açıkladığı enflasyon beklentisine göre
yapılacağı hem IMF’ye taahhüt edilmiş hem de OVP’de söylenmişti.
Yani gelir artışı olmayacak, enflasyonun yıkıcı etkisi telafi
edilmeyecek, geliri olmayan vatandaş harcama da yapamayacak, gerçek
enflasyon yüzde 100 olsa da hedeflenen yüzde 36 ise, ücret
artışları yüzde 36 oranıyla sınırlanacak.
Yani milyonlarca memur, emekli, beyaz ya da mavi yaka işçi için
zaten yıllardır sistematik olarak kötüleşen alım gücü, artık
“kötü”den “vahim”e geçecek.
Memurlar açısından, geçtiğimiz 20 yıllık dönemde durum zaten pek
de iç açıcı değildi. Bu 20 yıllık dönemde, memurların reel
maaşlarının düştüğü, ekonomik büyümeden pay alamadığı aksine
gelirlerinde reel olarak gerileme yaşandığı verilerle sabit.
Prof. Dr. Onur Ender Aslan’ın geçtiğimiz günlerde
Mülkiyeliler Birliği Dergisi’nde yayınlanan “Türkiye’de
Memur Maaşları Üzerine Tespitler: Orta Sınıftan Proleterliğe”
başlıklı çalışması çok çarpıcı bazı gerçekleri ortaya koyuyor. Onur
Hoca, Türkiye’de 2003-2022 yılları arasında seçilmiş memur hizmet
sınıflarını temsil eden 17 maaş çerçevesinde memur maaşlarının reel
durumunu incelemiş. Önce bu 17 maaşa ilişkin bir tarihsel veri seti
oluşturmuş, TÜİK, TÜFE verileri çerçevesinde reel maaşları elde
etmiş. Daha sonra ABD doları ve 24 ayar altın karşısında reel
maaşları incelemiş. Memurların bölüşümden aldığı payı saptamak
amacıyla, memur maaşlarının Kişi Başına Gayrisafi Yurtiçi Hasıla ve
asgari ücret karşısındaki durumunu, son olarak da memur maaşlarının
birbiri karşısındaki durumunu araştırmış. Sonuçta ne mi çıkmış? Son
20 yıllık dönem içerisinde, memurların reel maaşlarının düştüğünü,
ekonomik büyümeden pay alamadığını aksine gelirlerinde reel olarak
gerileme yaşandığını nicel olarak tespit etmiş. Bu nicel sonuçlar
doğrultusunda, memurların toplumsal konumlarında değişim ortaya
çıktığını, buna göre, memurların alt ve orta unvanlılarının
proleterleştiğini; profesyonel meslek sahiplerinin
ise proleterleşme yolunda yoksullaştığını ortaya koymuş.
Çalışma bize, memurların genel olarak, üst düzeyde kalan kesimi
hariç, orta sınıf olmaktan çıkıp, proleterleştiğini gösteriyor.
İşçiler açısından da durum daha iyi değil. Son 20 yılda
işçilerin reel ücretleri de sürekli düştü. Daha da fenası,
geldiğimiz noktada Asgari Ücret, ülkenin ortalama ücreti
oldu. Türkiye toplumu, asgari ücret ve komşu ücretlere mahkûm bir
topluma dönüştürüldü. Bununla ilgili en çarpıcı analizi
temmuz ayında Ekrem Cunedioğlu’nun TEPAV’dan yayınlanan
“Türkiye’nin Ücret Sorunu” çalışmasında görüyoruz. Çalışmada
ulaştığı bulgulara göre Cunedioğlu diyor ki, “Türkiye’de asgari
ücretli sayısı fazladır ancak asıl mesele özel sektördeki ücretli
ve yevmiyelilerin büyük bir kısmının en fazla asgari
ücretin iki katı ücret kazanmasıdır. Tam zamanlı çalışan
ücretli ve yevmiyelilerin asıl yoğunluğu asgari ücretten
fazla ama asgari ücretin iki katından az ücret
düzeyindedir. 2022 verilerine göre özel sektördeki tam
zamanlı ücretli ve yevmiyelilerin yüzde 91’i asgari ücretin iki
katı ve altında net aylık ücret gelirine sahiptir”
Yani, özel sektörde çalışanların yüzde 91’i asgari ücret ve ona
komşu ücretlerle yaşıyor. Yani ülkenin neredeyse tamamı “temel
ihtiyaçlarını asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret”
anlamına gelen asgari ücret düzeyine mahkûm yaşamak zorunda.
Emeğin aleyhine yaşananlar, aynı anda başka birilerinin
lehine gelişiyor. Mesela bunlar olurken emeğin Milli
Gelir’den aldığı pay yüzde 26’lara düşüyor, sermayenin milli
gelirden aldığı pay ise yüzde 55’lere çıkıyor. Kâr marjlarındaki
artış tarihi seviyelerine yükseliyor. Artık gerçekte enflasyonu
yükselten unsurun bu kâr marjlarındaki artışlar olduğu “kâr
enflasyonu” gibi kavramlarla tartışılıyor. Ama ne gam… Bu durum
yıllardır giderek artan bir biçimde aynen böyle sürebiliyor.
Peki nasıl böyle sürebiliyor?
Açık ki, yirmi yılda yaratılan örgütsüzlük, ülkede geçerli
kılınan korku iklimi, herhangi ciddi bir itirazın gözaltılar ve
tutuklamalarla yok edilmesi; rezilliğin, hırsızlığın, talanın,
yazılması çizilmesi söylenmesi halinde, yazanın çizenin söyleyenin
derhal cezalandırılması ama en önemlisi de, bütün bunların
rahatlıkla yapılabilir oluşunun katkısıyla… Yani o güç ve iktidar
ilişkisini tarif eden “Yapıyorum, çünkü yapabiliyorum” sözüyle
özetlendiği gibi…
Ama yine de halkın yüzde 49’unun muhalefeti bir iktidar için
azımsanmayacak bir risk potansiyeli barındırıyor belli ki. Anayasal
kurumların, anayasal hakların yaratacağı bariyerlerin de yok
edilmesi elzem. Çünkü Başkanlık sisteminin artık “tam yetki” ve
“tam denetimsizlik” aşamasına ulaşması gerek.
Geldiğimiz noktada görünen şu ki, Başkanlık sistemiyle getirilen
otoriterlik, şimdi “yeni anayasa ihtiyacı” yaratılarak ve bunu
bizzat yaratan iktidarın “hakemliğinde” (!) çözülecek.
Gerçekleşirse o yeni anayasayla başlayacak yeni dönem ise, 12 Eylül
ruhunu bile özendirecek şekilde emeğin haklarını ve temel anayasal
özgürlükleri yok edecek.
Engel olunamazsa, 2024’de emeğiyle geçinenler için zaten “kötü”
olan her şey, maalesef “vahim”e dönecek.
Bu kadar velvele, bu kadar gürültü, bu kadar janjanlı laflar
işte hepsi bunun için. Sürmekte olan, daha pervasız ve pürüzsüz
sürebilsin diye.