Volker Schlöndorf’un yönettiği 1985 yapımı Satıcının Ölümü
filmiyle Murat Hoca (Sevinç) sayesinde tanışmıştım. Arthur
Miller’ın aynı adlı oyunundan uyarlanmış bir film. Sonrasında
fikrimi sorduğunda, “Hocam kıskandım Arthur Miller’ı” demiştim,
“Nasıl da tanıyor insanı!” O sıralarda, dilbilim ve psikanaliz
ilişkisi üzerine yazdığım doktora tezimin de Oedipus’la ilgili
kritik bir noktasındaydım. Yine kendi kişisel hayatımla ilgili
olarak da Oedipal döngülerimin yoğun bir sorgulaması
içerisindeydim. Arzularım(ız) hep taklit arzulardı; her arzum(uz)
aslında başkasının arzusuydu. O halde kendi olmaklık diye bir şey
söz konusu olabilir miydi? Hele de kendi adıma kiminle en çok
çatışıyorsam en çok ona benzediğimle yüz yüze gelmişken…
Miller’ın oyunu bir ‘öfke’ ile açılıyor. Kendisine mi yoksa
büyük oğluna mı kızgın olduğunu pek anlayamadığımız satıcının
öfkesi ile… Fakat hemen sonrasındaki sahnede kardeşlerin kendi
aralarındaki konuşmaları sırasında büyük kardeşin kendisine
biçilmiş olan ‘başarılı hayat rolünü’ değersiz bir varoluş olarak
tanımladığını işitince öfkenin de asıl nedeni belirginlik
kazanıyor. Çünkü büyük oğul yalnızca kendisiyle ilgili olarak
kurulmuş hayalleri değil, aynı zamanda bu hayalleri kurduran
kişilik biçimlerini de değersiz bulan bir konumda bulunuyor, istese
de istemese de. Dolayısıyla ömrünün sonlarına gelmiş olan satıcının
artık dönüşü, telafisi olmayan bir noktasında bu ömrün kendisine
biçilmiş bir değersizlik yargısını da içeriyor onun bu tutumu.
Kişiler arasında olmaktan ziyade sahneler arasında gerçekleşen bir
diyalog içinde Baba/Satıcı, farklı bir peynir almış olan karısına,
alışmış olduğu peyniri almadığı için çıkışarak değişmek
istemediğini söylüyor. Trajik bir durum. Çünkü baba bir fantezinin,
bir illüzyonun öznesi durumunda; asla gerçekleştirememiş olduğu
hayallerinin öznesi durumunda. Ayrıca psikanaliz sayesinde artık
biliyoruz ki insanların ikincil narsisizm dönemleri, tam da olmak
isteyip de olamadıkları her şeyi çocuklarının olması arzusu
biçiminde gösterir kendisini. Çok sert, şiddetli karşı karşıya
gelişlere gerek yoktur kırılıp dökülmek için. Çatışma kendiliğinden
oradadır ve varoluş tarzları üzerine bu tarzlar arasındaki bir
çatışmadır bu. Bu döngüde bireylerin bizatihi hayatlarının
yaşanmaya değer hayatlar olup olmadıkları üzerine yargılar iş
başındadır. Başarılı ve güçlü bir baba, oğlun varoluşunun bizzat
kendi varoluşuna tabi olduğu kabulüyle hareket edebilir de zayıf,
güçsüz, başarısız bir baba ne yapabilir kendi illüzyonuna ölmek
pahasına var gücüyle sarılmaktan başka? Kim artık sonlarına
yaklaşmış olduğu bir ömrü boşuna yaşamış olduğu gibi bir yargıyı
bünyesine alabilir ki? Kendi adıma, ömrümün, telafisinin nispeten
mümkün olduğu bir yerinde bile “Bir yalanı yaşamışım bunca sene”
dediğim bir uğrakta, tam da varoluşsal iddiamla sınanıp, bu sınavı
verememiş olmanın yol açtığı sarsıcı bir deneyimden geçmek bile son
derece yıkıcı oldu.
Ashgar Farhadi’yi ise epey zaman önce Shahre Ziba (Güzel Şehir)
filmiyle tanımıştım. Elbette onu da kıskanmıştım. İnsanı nasıl da
tanıyordu böyle? “İnsan iddiasıyla sınanırmış” derler. Bu filmde
Farhadi, akıl almaz bir bükülmeyle, genç bir delikanlı olan Ala’yı
tam da kendi iddiasıyla sınandığı bir noktaya taşıyordu. Arkadaşı
Akbar’ı idamdan kurtarmak için Akbar’ın öldürmüş olduğu kızın
babasının affı gerekiyor ve Ala, babanın bağışlayıcı olmamasına
isyan ediyordu. Sonrasında Ala da hayata yeniden tutunmasını
sağlayan, sevdiği kadını kaybetmenin eşiğine geliyor ve bu defa da
bir ‘adaletsizlik’ nedeniyle hayata isyan ediyordu. Babanın
bağışlamasızlığına isyan eden Ala, bu ikinci tekrarın tam
ortasında, kendi öfkesi ve bağışlamazlığıyla beliriyordu. Filmdeki
gardiyanın sözleriyle, başkalarının hayatı hakkında hüküm vermek
kolaydır.
Filmi ilk seyrettiğimde Farhadi için “21'inci yüzyılın
Sophokles’i” demiştim bir arkadaşıma. Tabii bunun benim için
kişisel bir anlamı da vardı. Antik Yunan’da mitik söylemlerden
felsefi söyleme, Homeros’tan Sokrates’e geçişin siyasal ve
söylemsel dönüşümlerle iç içe gidişi üzerine yazdığım yüksek lisans
tezimi yeni bitirmiştim ve bir anlam krizi karşısında geliştirilmiş
kesinleyici söylemlerden ziyade krizi üstlenen metinler, yani
tragedyalar çarpıyordu beni en çok. Tragedyaların asli niteliği ise
bambaşka bağlamlara yaslanarak, bambaşka referanslarla konuştukları
için karakterlerin birbirlerini gerçekte hiç anlamamalarıydı. Ve
elbette karşılaştırmayı pek seven Grek kültürünün sürekli yaptığı
karşılaştırmaların esas öğelerinden birinin de Persler olması
(Aiskhylos’un tragedyalarından birinin bizzat adı
Persler’dir) bir İranlı’yı böyle betimlemeyi de oldukça
çekici kılıyordu; hâlâ da öyle.
Tragedyalar biraz da iletişimsizliğin metinleridir. Aynı dil
içerisinde farklı anlamlayıcı sistemlerin, farklı simgesel
dünyaların karşılaşmasıdır anlatılan ve bu anlatılarda herkes
sahneden ‘mağlup’ ayrılır. Tek galip moira’dır, yani
kader. Farklı anlam sistemlerinin ve birbirini anlamamanın bir
diğer filmi Bir Ayrılık filmi oldu. Fakat bana kalırsa Bir
Ayrılık’ta iki farklı anlam dünyasını denk olarak kuran
Farhadi, Satıcı’da eğilimini dişil öğeden yana koydu.
Çünkü kötülük kendisine bir tür ‘adalet duygusuyla’ yer açıyor, bir
tür mutlak haklılık duygusuyla bulaşıyordu. Bu nedenle adalet ile
ödeşme iç içe geçiyor ve Emad, olayın gerçek mağduru olan kadının,
Rana’nın tutumunu da hiçe sayarak yol alıyordu bu filmde. Yasanın
nasıl ve ne bakımdan ‘temsil edici’ bir şey olduğunu, bu kadar
sarsıcı bir biçimde ortaya koyan pek az çalışma vardır herhalde.
Temsil eden, temsil ettiğini simgesel olarak öldürmek zorundadır
çünkü. Yerine geçme, yerini alma, yerine düşünmedir temsil ve bazen
öyle bir noktaya varır ki yerine düşündüğünü, üstelik onun
‘iyiliği’ adına gibi bir iddiayla yerine düşündüğünü hem
hiçleştirir hem hiçe sayar. O ilişki ağı içerisinde Emad
‘devletleşir’. Sözcüğün Foucault’daki anlamıyla ‘soruşturur’; olayı
çözer, delil toplar, sanığı mahkemesine getirir, iddianamesini
sunar, yargılar, cezasını verir. Emad devletleştikçe zalimleşir;
zalimleştikçe sağırlaşır. Hiçbir şeyi işitmez, ona hiçbir şey
işlemez olur, çünkü o “adaleti” tesis etmektedir (bir film
çözümlemesi içerisinde söylediklerim bunlar; yoksa Emad’ın
sınandığı şeyle sınanmayı asla istemem, ya da daha doğrusu sınandım
ve üzerinden yıllar geçmiş olduğu halde hâlâ içimde yakıcı bir
ödeşme duygusu var; bu duygu terbiye etmem gereken kendi
canavarım).
Emad’ın zalimleşmesi derken, karısı ve öğrencileriyle
ilişkisinde geçirdiği dönüşümün sözünü ediyorum. Emad kendi adalet
fikrine o kadar saplantılı bir biçimde yakalanmış durumdadır ki
Rana’nın daha ileri gitmesi halinde kendisini kaybedeceği beyanına
rağmen daha ileri gider. Onun için bütün hakikat tek bir noktada
öylesine yoğunlaşmış durumdadır ki başka her şey bunun yanında
anlamsızlaşır; öğrencileriyle müthiş bir ilişkisi olan öğretmen
gider, yerine genç bir delikanlı olan öğrencisinin herkesin içinde
gururunu kıran, onu aşağılayan bir adam gelir. Çünkü kötülük
sıradan olduğu kadar bulaşıcıdır da ve hiçbirimiz buna karşı baştan
‘okunmuş’ durumda değiliz.
“Hiçbir kültür ürünü yoktur ki aynı zamanda bir barbarlık
belgesi de olmasın” diyordu Walter Benjamin. Emad ve ekibi,
Satıcının Ölümü oyununu sahneledikten hemen sonra, salon alkış
kıyamet iken, o onuru kırılmış, aşağılanmış çocuğun alkışlamadan,
kırgın, küskün bir ifadeyle yalnızca yerinde oturmakla yetindiği o
bir anlık görüntü bir barbarlık anıtı olarak yükselir filmin kendi
uzamında. Bu bir barbarlık anıtıdır, çünkü alışılmaması,
sıradanlaştırılmaması gereken bir şeyler olup bitmiştir orada. Ama
hayır, her şey, bir rutinin içinde akmaya devam eder. Emad’ın bir
duruma alışmama çabasının kötülüğü yaygınlaştırarak bir başka
düzeydeki bir kötülüğü sıradanlaştırması gibi paradoksal bir
durumdur bu. Arendt’in çokça yanlış anlaşılan ‘kötülüğün
sıradanlığı’ kavrayışının üzerine de bir ışık düşürüyor Farhadi’nin
filmi.
Kötülüğün Sıradanlığı’nın önemli argümanlarından biri,
Auschwitz’den alınacak derslerden birinin de, sıradan bir insanın
kafasının içindekileri anlamanın, Spinoza’nın ya da Dante’nin
aklındakileri anlamaya kıyasla son derece zor olduğu biçimindedir.
O kadar sıradan ki anlaması güç ve anlaması o kadar güç ki kendi
kişiliklerimizin içerisine kök saldığında bile bir tür mutlak
adalet duygusunun arkasına saklandığından, bizzat kendimizde olanı
bile yakalayamıyoruz. Arendt’in kötülüğün sıradanlığı fikri ile
kast ettiği şey budur; yoksa yaygınlığı, her yerde karşılaşılır
oluşu değil.
Arendt 1964 yılında Günter Gaus ile yaptığı röportajda kamplar
hakkındaki gerçeği öğrenir öğrenmez verdiği tepkiyi tüm
ayrıntısıyla şöyle tanımlamıştı: “Önce ne diyorduk: Evet, insanın
düşmanları olur. Bu tamamen normal. Peki, niçin bir halkın da
düşmanları olmasın? Ama bu farklıydı. Sanki bir uçurum açılmış
gibiydi sahiden de. Bunun olmaması gerekirdi. Sadece kurbanların
sayısını kastetmiyorum. Yöntemi, ceset imalatını ve diğerlerini
kastediyorum –daha fazlasına girmeme gerek yok. Bu olmamalıydı.
Kendimizi alıştıramayacağımız bir şey oldu orada. Hiçbirimizin asla
alışamayacağı…”
Bu sıralar sıklıkla kullanılıyor ‘kötülüğün sıradanlığı’ tarifi.
Neredeyse her olguya, her olaya uygulanır oldu. Fakat çoğunlukla
kendi ‘ayrımının’ altını çizmek isteyenler tarafından kullanılıyor
ve yine çoğu zaman, belirli olaylar karşısında geliştirilen
tepkileri de boşa çıkaran bir işlev ediniyor. Kendi adıma “Neden
şaşırıyorsun ki?” ifadesi kadar gıcık olduğum pek az ifade var.
“Şaşırdım bir kere, özür dilerim” demekten başka bir söz geliştirme
olanağı bulunmayan bir duruma itiyor çünkü insanı. Ayrıca ifade bir
kıyaslama içeriyor: “Bak, ben şaşırmıyorum” demiş oluyor bunu
söyleyen ve böylelikle iş başındaki zillet politikası (Kristeva’nın
bir kavramıyla), bir başkasının durumuna işaret eder gibi
görünürken, gerçekte ifadenin sahibinin (sözün değil söylemenin
öznesinin) kendi konumunu biricik konum olarak öne sürdüğü bir
durum yaratıyor. Kötülüğün sıradanlığı mı demiştik? Zaten tam da bu
tavrın kendisinde saklanmıyor mu kötülüğün sıradanlığı? Bizzat
kavramı kendisine borçlu olduğumuz, üstelik kötülük sorunu
konusunda yirminci yüzyılın en anlamlı metnini yazmış olan Arendt
bile alışamamaktan, alışmamak gerektiğinden söz ederken, kavramın
tam da bu alışmaya hizmet eder bir hale bürünmesi, kötülüğün o
anlaşılması son derece güç sıradanlığını ortaya koymuyor mu
hâlâ?
Not: Şaşırmıyorum efendim. Asla alışmamamız gereken bir şey var
orada, ben de halimce alışmamaya çalışıyorum.